Ana içeriğe atla

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti.

Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi.

Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı?

Nitat bey ne yaptı?

Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ne yaptığı pek de umrunda değildi, insanlara değil sadece önüne bakıyordu. Üzgündü. Yüzlere bakıyor olsa da, herkesi kendi gibi görecekti zaten. Herkes üzgündü. Bunu da biliyordu. Sadece yürüdü. Zihninde yüzlerce kelimenin içinde seçebildiği bir tek kelime vardı; yazık. Yazık, diye söyleniyordu kendi kendine içinden. Yazık, diye sessiz bir tesbih çekiyordu belki de yolda yürüyen herkes. 6 Şubat 2023'te, Kahramanmaraş merkezli iki depremde, on binlerce kişi henüz birkaç gün önce ölmüştü. İskendurun limanından kapkara bir duman, ülkeye ve insanlarına bir sessiz ağıt gibi hâlen yükseliyordu. Nitat bey gözyaşlarının kendiliğinden aktığını ayrımsadı, elleriyle sildi.

Yirmi küsur yıldır aynı yerde durmakta olan bakkala girdi. Bakkalın televizyonu açıktı. Pek doğal olarak depremden konuşmaya başladılar. Bakkal "felaket, mukadderat, şehadet" ve başka çeşitli kelimelerle televizyondaki kimselerden ezber ettiği bir konuşmayı, ödül bekleyen bir papağan gibi tekrar etti. İhaleyi Allaha yıkmaya kararlıydı. Bu değerli nutkun ardından Nitat beyin ağzından çıkan ilk kelime "ama" oldu. Bakkal "ama"yı duyar duymaz yüzü değişti, duruşu değişti, kafasını bir papağan gibi öne uzatarak dinlemeye başladı. İlk okuduğu nutuktan bu yana saydığı arabi kelimeler arasında bir kelime yoktu, o da liyakattı. Zaten o kelimenin adı bu mühim nutuklarda pek anılmadığı için, Nitat beyin kederinde bir öfke vardı.

Nitat bey, amasının ardından içinde "liyakat"ı da içeren bir kaç kelime daha söyledi. Artık ne dediyse, papağan beyin cevabının öfkeli cevabının özeti tek kelime oldu: "ihanet".

Nitat beyle, ihanet kelimesi öyle kolayca yan yana gelebilecek kelimler değildi. Nitat bey, normalde neredeyse etliye sütlüye karışmayan, kendi halinde öylesine yaşayan bir adamdı. Papağan bey bunu bilmiyor muydu? Pek âlâ biliyordu, bu adamı yirmi yıldan fazladır tanıyordu; ama kendisi düşünmeden konuşuyordu. Aslında ne düşünüyor, ne de konuşuyordu, ancak ezber ettiğini okuyordu. Nitat bey ise, acısından bir papağana dert anlatmaya çalıştığının farkında olmadan, bir halkın ortak acısını paylaşıyordu. Nitat bey üzüntüyle "keşke ilk gün.." diye yine cümleye başlayacaktı ki, bay papağan Nitat beyin lafını ağzına tıkıp, "yoksa sen de" diye başlayan bir soru sordu Nitat beye. Artık ne dediyse, Nitat beyde asfalyalar attı. Papağan beye şöyle bir baktı, kafasını ileri uzatmış bu papağanla konuştuğunu o anda anladı. Oldukça sakin bir sesle "ulan" dedi, durdu. Papağan beyin yüzü karmakarışık oldu. Nitat bey sakince konuşmaya başladı. "Ulan sen değil misin, bundan daha on yıl önce, bir gazete manşetinde onu suçluyorlar diye, gazeteleri tezgaha bile koymayan? Siz değil misiniz bu adama 'yavri yavri sen efendim, ben kapında kul olim' diye türkü çığıran?" diye sordu.

Haşmetli papağan, kanatlarını açtı. Muhabbetin gittiği yeri beğenmediğinden bağırarak tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Bir çok kimsenin yüklü paralar aldığı ve yahut liyakatsız geldiği makamları yitirmekten korktuğu için okuduğu mavalları bedavaya, sadece inandığı için okuyordu. Bay papağan da, doğal olarak Nitat bey gibi, sokaktaki, ülkedeki herkes gibi üzgündü oysa. Yine de ezberinden şaşmaz bir öğrenci olarak, öğretilmiş korkularını kanadında taşıyordu.

Korkusunu saklamak için, kanatlarını çırptıkça öfkeleniyordu.

Nitat bey, bütün bunları sakince bakkala anlatmaya çalıştı. Bakkal bey, Nitat beyin sukunetini ve hitabetini beğenmiş olacak ki, dinlediklerini bir de polisler dinlesin istedi. Nitat bey, bakkal papağan beyin bu emrivakisine hiç şaşırmadı. Kendini bir anda bir otomobilde ve ardından da ilçe emniyette buldu. Nitat bey, ikram edilen çayı içerek dinlenirken; oradakiler "avukatını ister misin" diye sorduklarında istemsizce güldü. Nitat beyin bir avukatı yoktu, avukata da ihtiyacı yoktu. Bir tek kelime hakaret etmemişti, tartışmanın içinde bakkala karşı ağzından bir "ulan" çıkmıştı evet, ama bir ulandan da insan suçlanmazdı herhalde. 

Bakkal papağan da o yüzden şikayetçi olmamıştı zaten. Ona kalırsa bay Nitat, devletin bölünmez bütünlüğüne karşıydı; şu an onun için Guy Fawkes'ten ayrımsız bir militandı ve "kararı ah bir ona bıraksalar" muhakkak akıbetı de o mendeburla aynı olmalıydı. Bakkal, Fawkes isimli devlet düşmanını tanımasa da, meşhur maskeli adamın hikâyesini anlatan, grafik romandan uyarlanan filme bir defa bir ulusal kanalda ortasından denk gelmiş ve biraz izledikten sonra sıkılıp kanalı değiştirmişti. Televizyonda bir şarkı programında sunucu, şarkıcı konuklarıyla sohbet ederken, kendisi de on dakika izlediği bu film üzerinden hanımına "ülkemizde muhalefet ve bu maskeli piç" hakkında değerli fikirlerini anlatmıştı. Hepsinin akıbeti aynı olmalıydı.

Bereket, Nitat beyin akıbetine henüz bu insaflı bakkal karar vermiyordu. Yaşananları dinleyen memurlar, ne olur ne olmaz diyerek Nitat beyin yaşadıklarını ve söylediklerini bir de savcı dinlesin istediler. Bir avukat buldular, bir de Nitat bey  bir arkadaşından takım elbise istedi. Birkaç saat sonra, sayın savcı, başını masasından pek kaldırmadan Nitat beyi dinledi. Nitat beyin bu bir günlük turnesine nöbetçi mahkemede devam etmesi gerektiğini takdir etti. Nitat beyin boynu devletin karşısında kıldan inceydi, "peki efendim, iyi mesailer dilerim sayın savcım" dedi. 

Adli kontrol istemiyle sevk edildiği mahkemede nöbetçi mahkeme, bu aslında suya sabuna dokunmaz, hoş sohbet ve sevimli adamın muhabbetinden karakoldakilerin daha fazla istifade edebilmesi için, belirtilen süreler içinde karakola düzenli olarak başvurmasına karar verdi. Nitat bey, saygıyla kararı dinledi.

Adliyeden gece yarısı çıktı ve bir taksiye bindi. Taksici de üzgündü. Radyoda haberlerde muhabirlerin yorgun ve kederli sesi duyuluyordu. Taksicide, kendi kendine bir kaç kelime söyleniyordu. Belli ki, acısını paylaşmak, deprem hakkında konuşmak istiyordu. Nitat bey yorgundu, taksicinin monologuna  sadece "çok yazık, çok yazık" diyerek onay verdi.

Nitat İnibat, pijamayla çıktığı evine emanet takım elbisesiyle döndüğünde saat yeni günde bire geliyordu. Çayın altını açtı. Bir yorgunluk çayı çekmişti canı. Ekmeği alamamıştı. Sabah olduğunda herhalde başka bir bakkaldan alacaktı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...