Merhabalar!
NOT: Bu on bir parçalık bir yazı serisi olduğundan, etiketini attım.
Kendim, "Kıza yiyecekmiş gibi bakma." dedi. "Yok ya, ne bakması, dalmışım. Bilinçaltımı düşünüyordum." dedim. "Senin bilincin ne ki, altı ne olsun?" dedi. Güldü. Kıza bakmaya devam ediyordum, kız baya yaklaşmış önüme gelmişti. Selam vermeye niyetlendim, "merhaba" demek için ağzımı açtım, bir saniye olsun bana bakmıyordu. Açık bir ağızla beklerken, öylece yanımdan geçti. İşte o an ilham geldi, daha doğrusu çıktı, bankın arkasında saklanıyormuş, çıktı. İkimizin arasına eğildi, "Adeta bir güz çiçeği, isimsiz tanımsız bir çiçek gibi salınarak yürüyordu. Dolgun dudaklarında gülümseme izi yoktu, akşamüstünü oradan ikiye yararak yürüyor, mütevazi mucizesini gösteriyordu." diye mırıldandı. Kendim bir ıslık çaldı, ben de "Es oğlum es." diye ilhama ara gaz verdim. "Bilinmezliği akşamüstünü öldürüyordu. Kırılgan bir akş..." diye devam edecekti ki, "Yine mi kırılgan? Bir şey de kırılmaz olsun, mübarek züccaciye dükkanı." dedim. İlham kırılmıştı. sustu. (…)”
NOT: Bu da dört mizah öykülük bir seri, yine etiketini attım. Bu blogda yazdığım en komik şeyler bana göre, ben hâlâ okudukça gülüyorum.
NOT: Bu yazı, sevgili hacıcavcavım, muhterem Samet Kölgesiz içün yazılmıştı.
NOT: İşe yeni başlamıştım, yazmayı öğrendiğimden beridir yazdığım hayatımda belki de ilk defa yazmaya ihtiyaç duymuyordum. Her şey monotondu, hiç bir şey yoktu ve ben bu duruma alışmıştım. Sonra bir anda “M.” İle buluştuk, tam ayrılırken, yazabilen birinin yazması gerektiğinden bahsetti ve beni yazmaya çağırdı. “Beni yeniden yazmaya çağıran M.” olmuştu adı, otobüste, ayakta, tek elle telefona yazdım bu yazıyı ve başkaları da takip etti. Belki de iş adamı olarak yazmaya ihtiyacım olmadığını düşünerek, çok daha uzun bir süre yazmayabilirdim; iyi ki beni teşvik etmiş. Hayır, hiçbir şey yaşamadık, ama ona daima müteşekkirim. Bu satırları okursa da sevgi ve selam.
Herşey vardı.
NOT: Bu hâliyle bile bir taslak benim gözümde. Ömrüm vefa ederse, bir gün novella haline getireceğim.
NOT: Bu notu direkt sahibine yazacağım izniniz olursa. Merhaba Özlem, ben bu satırları yazarken senin sevgilin olduğunu bilmiyordum bildiğin üzere. Hâlen utansam da, kötü bir niyetim olmadığını bildiğini sanıyorum ve bir hatıra olarak bu yazıyı tutuyorum. Eğer bir gün yolun düşer ve okursan, sevgi ve selam.
NOT: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” demiş vakti zamanında Lev N. Tolstoy. Başımla beraber. Bir gün bu “muhteşem” hikâyeyi de yazmak istiyorum, bir başka uzun hikâye olarak. Başka bir hikâye olacağı da muhakkak, eğer bütün öfkemle ve kırgınlığımla hakikati yazabilirsem. Hemen herkes bilse de, adını yazmayacağım pek tabii. Bir gün burayı okursa, selam.
NOT: Bu öyküyü Zekai Özger’e atfetmemin nedeni, kendisinin SBF yurdu savunmasında aldığı şiddetli darbelerin belki de ölümüne neden olmasıdır. Kendisi bu olayı, “Adak” şiirinde anlatır ve ne yazık ki “Arkadaş” çok genç yaşta hayatını kaybetmiştir. Bu öykünün kahramanı ise Arkadaş değildir, zaten benim kahramanım bir mühendis adayı, sadece işgâl benzerliğini kullandım.
Bu öyküde asıl olan metaforlar. Sevdiğim genç kızla ve sevgisizliğiyle olan çatışmamı, ona da anlattığım bu olayı kullanarak yazmak istedim. Barikatlar, bu ilişkisizliğin temeliydi -“a las barricadas”- ama bir gün bir barikatın arkasında yan yana duramadık.
NOT: O gün birisiyle kahve içmeyi planlıyordum, ama hamama gitmiş, gelmedi. Kahveyi kendi başıma içerken bunu karaladım.
Zaten zaman nedir, sorusunu yazıp da durmuşumdur bu blogda
ve zaman da beni yanıltmayarak bir bilinmez olduğunu gösterdi bana daima. Dün
bazen çok uzak gelir de, yıllar öncesi hemen yanınızdadır, bilirsiniz hepiniz
işte.
Benim adam olmaktan binasip blog, 27 ekimde on yaşını
dolduruyor ve bu münasebetle yıllar sonra ikinci bir oto-seçki hazırlamaya
karar verdim.
Bu seçkiye o tarihten sonra başlayacağım ve sekiz yıldan
sevdiğim yazıları, öyküleri, düşyazıları, kısa alıntılarla beraber sizlerle
paylaşacağım. Aynı formatı kullanacağım. Eskiden yeniye, yazının başlığı,
içinden bir parça ve linki olmak üzere bir yol izleyeceğim, bir iki yazının
altında da ufak tefek notlar olacak. Kendimce bir saygı nedeniyle, “Ötekinin
Hikâyesi” haricinde, Re hakkında
yazdığım başka hiçbir şeyi bu seçkiye almayacağım.
Bu seçkiyi şu anki ruh halime, kendi keyfime göre yaptığım
için, seçkiye almadıklarımdan bazıları, aldıklarımdan da güzel olabilir. Kimisini
belki de hiç beğenmeyeceksiniz. Yorumlarınızı da okumak isterim.
Bir de öykülerimin linkini ayrıca yazayım şuraya: https://www.adamolmazadam.com/search/label/%C3%B6yk%C3%BC
Bilinçoyunu
“(…) Rüyalar, bilincin en
oyuncu hâli. İnsan, rüya görmeseydi, özellikle sanatta oldukça kısır kalırdı
sanırım. Belki de hiç sanat olmazdı, bilemem.”
NOT: İlk yazı ve ilk not. Aslında pek aman aman cümleleri
yok, bin yıldır söyleneni tekrar ediyor. Ama, oyunu şurada, o genç kızı
tanıdım, tanıdım dediysem okul arkadaşı olduk, o kadar. Bir merhabamız oldu ve
beni baya da yazdırmıştı sonradan. Yasemin’i daha sonra da burada defalarca
yazdım. Beni neredeyse şair kılacaktı. Bu rüya olmasaydı, öyle merak etmezdim
onu herhalde. Yenizaman ve kadeh diye yazdım onu.
Yüz.
“(…) yüz, neden? çünkü, akşam
karanlık. hayır, akşam karanlık ve yüz güzel. güzelin yüzüne bakarsın, baktığın
yerde güzel bir yüz görürsün. "gül cemal"dir yüz ve bir gülcemal
vapuru var sözü edilen (ama mesele o değil) ve bugün cemal süreya öldü yeniden
tek y ile. (…)”
Yirmibeşi Devirirken
“(…) Diyeceğim, sevgili dostlarım,
anılarımı böylece bitiriyorum. Yirmibeş yılımın bir özeti ve muhasebesi
buradadır. Sonuçta, Hayrettin yahut Simoviç, Kaptan Bülent yahut Takoz Recep,
Jardel yahut herhangi biri olamadım. Fatih Terim de olamadım, ben oldum. İyi
bir insan mı oldum, kötü mü? İnsan olarak, her ikisi de içimde. Evliya da
değilim, şeytan da. Adam olmaz bir adamım, tezatlarımla beraber benim. (…)”
NOT: Bu on bir parçalık bir yazı serisi olduğundan, etiketini attım.
Ben ile Kendim
“(…) Karşıdan
rüyamda dedesini gördüğüm kız geçiyordu. Kendim dirseğiyle beni dürttü.
Bilinçaltımın yapacağı şey anca bu kadar olurdu, ya altbenliğimi benimle aynı
surette ve sıfatta karşıma çıkarırdı, yahut sadece yeni sınıfta uzaktan
gördüğüm bir kızın dedesini rüyama çıkarırdı. Sözde dedesi pek tabii, sadece
uzaktan gördüğüm, hiç tanımadığım bir kızın dedesini hiç görmemiştim. Rüyamda
ise bir şıh olarak görmüştüm. Bilinçaltım, naif miydi, yoksa salak mıydı, karar
veremiyordum. Bir insanı, güzel bir kızı bana "rüyamda dedesini gördüğüm
kız" diye betimleten bilinçaltıma küfrettim.
Kendim, "Kıza yiyecekmiş gibi bakma." dedi. "Yok ya, ne bakması, dalmışım. Bilinçaltımı düşünüyordum." dedim. "Senin bilincin ne ki, altı ne olsun?" dedi. Güldü. Kıza bakmaya devam ediyordum, kız baya yaklaşmış önüme gelmişti. Selam vermeye niyetlendim, "merhaba" demek için ağzımı açtım, bir saniye olsun bana bakmıyordu. Açık bir ağızla beklerken, öylece yanımdan geçti. İşte o an ilham geldi, daha doğrusu çıktı, bankın arkasında saklanıyormuş, çıktı. İkimizin arasına eğildi, "Adeta bir güz çiçeği, isimsiz tanımsız bir çiçek gibi salınarak yürüyordu. Dolgun dudaklarında gülümseme izi yoktu, akşamüstünü oradan ikiye yararak yürüyor, mütevazi mucizesini gösteriyordu." diye mırıldandı. Kendim bir ıslık çaldı, ben de "Es oğlum es." diye ilhama ara gaz verdim. "Bilinmezliği akşamüstünü öldürüyordu. Kırılgan bir akş..." diye devam edecekti ki, "Yine mi kırılgan? Bir şey de kırılmaz olsun, mübarek züccaciye dükkanı." dedim. İlham kırılmıştı. sustu. (…)”
NOT: Bu da dört mizah öykülük bir seri, yine etiketini attım. Bu blogda yazdığım en komik şeyler bana göre, ben hâlâ okudukça gülüyorum.
Deli saçması.
“(…) bir adam vardı, her romana
giriyordu eskiden niçeye tefsir yazıyordu, ben onu tanımıyordum o da beni
tanımazdan geliyordu sanırım akşamdı. çünkü böyle şeyler akşamleyin olur, insan
kendi yazısının sırrını anlatır diğerine heykeller sarsılır. (…)”
NOT: Bu yazı, sevgili hacıcavcavım, muhterem Samet Kölgesiz içün yazılmıştı.
Güz nedir?
“(…) Tanıyorum, hüzün bu duyduğum,
öncekikli mesleğim, terzilikten önce ve sonra elimde olan ( elimde kalan, bana
şiirler kaldı ve yahut şiirler bana kaldı) işim. Ne tuhaf (belki de değil)
ancak hüzünlü olduğumda anı yaşıyorum. Bir tek hüznün tadını tam olarak
çıkarıyorum, lezzetini anlıyorum. Hüznü yontmayı, hüznü okumayı, hüznü yazmayı
biliyorum. Bir adı yok bu işin, bir anlamı yok. Güz işçiliği denilebilir,
güzcülük denilebilr, ama denilmese de (yazılmasa da) olur. Hem güz nedir? (…)”
Öncenin Yazısız Tarihi
1
Önce, her
sabah, her saniye, gidilen yolların her santimi bir arefe oluyor yeniden.
Yenizaman
Sonra
kendimi yitiriyorum- yılanın ağzında bir ağız daha- bak diyor bakıyorum- bir
bütün olarak- aklın aydınlık yangını- Yenizaman
Nedensiz
izliyorum mâhir ellerini saçlarının aydınlığında yiterken
Nefessiz
içiyorum masaldan eski sesini ahirî yasakmeyvenin
yasakmeyvenin
sesidir
min-el aşk
Yazıyorum.
Sonrası
hiçbir kitapta yazmayan bir şiir- ben yırtılmış bir şiirin buhaıysam eğer-
ellerine bakarken o şiiri ellerimle yazacağım
Ben
yenidünyanın eski şairlerinden kalacağım- ben yenizamanı senin üzerine yazacağım
Yazıyorum.
Beni zorla
şair yazacaklar-
2
Herşeyin
bildirildiği Adem/ bilirdi birden sonra geleni
bilemedi
hazzın arkasında duran kederi
biledim
bıçağımı gölgesinde ikinin
sonra âhir
zamandı karanlığa sapladım
bir aydınlık
taşınca gözlerim köreldi
yüzüne
bakınca Adem'den evveldi
yılanın
ağzında bir ağız daha ağızın içinde
bir yalan/
bilerek yanılan Adem'in yenilgisi
seni ölümsüz
yapacak eller benimdir
beni
öldürecek kendi yenilgim
3
altı günden
bir önce bir durduk bir eskidik
kahvenin
renginden önce bir sessizlik
bulutlar
yerde grinin kesinliği
siyaha
çalıyor kör bir keskinlik
sonra
bulutlar altında bir sofra sarhoşum
dur daha
dibini görmeliyim gayya kuyusun
duraklar
durmuyor yerinde gözlerin
dudakların
rengini okuyabileyim
Her
cinayetin anası Havva/ akşam oluyor
sen üzümü
kar ben toprağı ezeyim
sonra
şafak-âlud bileceğiz rengini
dudakların
ruhun ve birleşmenin
4
kelime
kelimeyi çağırıyor beş köşeli yalnızlıkta
bir kılıcın
ucunda adını okuyorum
eski bir
âhite kılıcın ucuyla
bir kadehte
gördüğüm adını yazıyorum
Her
cinaytetin maktulü Hâbil / ben ölmeyi bilmem
ellerimden
bir dere akar sonsuza
aklımı
yitirene dek bakarken sana
gidiyorum
ateş üzerine adını yazmaya
kelimeyi
çağırıyor kırmızı ne varsa
karanlığında
saklı kavisi okumaya
çağırıyor
beni kırmızı karanlıkta
birin içine
üç defa adını yazmaya
5
Her
cinayetin kâtili Kâbil/ buna mukâbil ben de kelimelerden başlıyorum öldürmeye-
gözlerinde bir yeni iklim yarınsız ve öncesiz/ zamansız bir mayıs ateşüzerinde yeniden-
gözlerinden başıyorum okumaya ellerin saçlarını yakarken- yılanın ağzında sesin
eleğimsağma mavisi içiyorum nedensiz- karanlık mağara ağzına adını kazıyorum/
kendimi yitirdim seni bileyim- kendini kesen kılıç benim ellerim
yazdırma
beni
rum devrinden
kalma cümle mermer
senin
yanında şekilsiz yığın
sonralar
öncesiz sana bakınca
eskiyunan
feylezofları kırgın
Belki
dudağının kıvrımı şu mevsimler!*
* zamanında
bir Eloğlu, "Belki gözlerinin kıymığı şu denizler!" yazmıştır.
6
bu denklem
kendini bilmez her durağa uğrar
akşamları
yatar cevapsız yatağına
hâddini
bilmez hesaptan anlamaz
dolanır
durur irlanda sularında
İklimya /
sana birşey diyemez
denklemin
ortasında adın yazılı
her harfiyle
kendini düşünür denklem
kendini
bilmez sokağa uğrar birden
lambalarda
kazılı sarıyı izler
yüzü gülene
dek seni bekler aymaz
düşerse yüzü
kendini bulmaz
yasaklı
harfleriyle çiçekler bakar
bu denklem
kendini bilmez her durağa uğrar
bildiği
herşey bir ağacın gölgesi
buna da
bilmek denilemez
ama öyle bulutsuz
seviyor seni
kendimi bir
denklem biliyorum
NOT: Bu şiirlerin tek tek linklerini koymak yerine, bir
bütün olarak paylaştım. Nisan ve mayıs 2014’te yazılmış; iyi dizeleri olan,
olmamış şiirler. Bundan sonra da şiir yazmaya çalışmadım, çünkü yazdığım kötü
şeyleri şiir diye bastıracak kadar ünlü değilim, yancı değilim veya zengin
değilim.
Haziran iki ve üç
“(…) Kadeh, bir imge. Bildiğiniz
"Y" harfinin yazısı. Adını biliyordum bu sefer ilk başta, aydınlık
yanaklarını, parlak saçlarını, şaşırınca çocukça bakan kahverengi gözlerini,
(ki arada bana kırpıyordu, ben de her kırpışında kendimi baştan yiyordum,
yanlış okuyordum, yazıyordum, bir harf bir harftir) dudaklarını (burayı ve
aşağısını fazla yazmak olmaz, yenilince yenilmiş sayılan bir öykünün yazarıyım
artık ben), mâhir ellerini (eller de utanmadan yazılabilir, yahut bir slayta da
yansıtılabilir usta bir şairin bir beşliği olarak, her ikisini de yaptım)
bildiğim kadar biliyordum adını ilk başta. İsim vermem en azından dedim, sonra
ilk olarak "Yeniçiçek" sonra "Yenizaman" dedim, imgelerim
kötüden iyiye gidiyordu. Adını gizlemeyi en sonunda akıl ettim, "Kadeh"
dedim. Usta işi! İsim vermem, dediğim Y'ye, üç isim verdim sonunda.
Bacaklarını yazmayacağım. (…)”
Karalama
“(…) Hiçbirşeyim sizin gibi değil,
hatta benim sandığım gibi bile değil, öyle görünüyor. Aldanıyor muyum, kendimi
mi kandırıyorum. Umrum değil, uykumda karabasanlara yaklanmasam yeter. Tekrar
önemli, yazıya bir şiirsellik katıyor. Ama ben yazı yazmasını da, şiir
yazmasını da bilmiyorum. Doğrusu, istesem ucuz şiirleri şurada karalarım da
içimden de gelmiyor. (…)”
Fotoğraf yazısı.
“(…) Ben yazmayı bilmiyorum aslında
bunu iyice öğrendim. Yüzlerinde hikâye okuduğum kadınları kağıda geçiriyorum.
Fotoğraf yazıyorum da denilebilir. (…)”
senlerin sensizliğinde günlerimin senler üzerine tuhaf
güncesi
“(…) makinalaşmış ağızlarını yeni
roma'nın kör çeşmelerine kör kalsın diye doymamak üzere dayıyorlar -ağızlarını
kadehlerin yaldızlı ağızlarına olmayan şarabı içmek üzere dayıyorlar -kadehler
kör olsun çeşmelerden şarap aksın (…)”
Açık uçlu hikâye.
“(…) Ellerim olmadan kördüm ben.
Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış
bir hikâye yazılmayı beklemez. (…)”
NOT: İşe yeni başlamıştım, yazmayı öğrendiğimden beridir yazdığım hayatımda belki de ilk defa yazmaya ihtiyaç duymuyordum. Her şey monotondu, hiç bir şey yoktu ve ben bu duruma alışmıştım. Sonra bir anda “M.” İle buluştuk, tam ayrılırken, yazabilen birinin yazması gerektiğinden bahsetti ve beni yazmaya çağırdı. “Beni yeniden yazmaya çağıran M.” olmuştu adı, otobüste, ayakta, tek elle telefona yazdım bu yazıyı ve başkaları da takip etti. Belki de iş adamı olarak yazmaya ihtiyacım olmadığını düşünerek, çok daha uzun bir süre yazmayabilirdim; iyi ki beni teşvik etmiş. Hayır, hiçbir şey yaşamadık, ama ona daima müteşekkirim. Bu satırları okursa da sevgi ve selam.
Onunla beraber ve ondan sonra buraya yazdıklarım, beni
sevseler de sevmeseler de kendilerini bildiler ve okudular.
Herşey vardı.
“(…) Öykü yaşayıp öykü yazamayan adam
tanıdım aynadan bakıyordu, bir bebeğe gülümsüyordu, bir kadına yeniliyordu,
sonra bir diğerine, o şehirde bir sokak, sokakta bir ayyaş, ayyaşın gözünde bir
akşam. (…)”
Herşey eskidi.
“(…) Eksiği yok ekimin bu pazar
ikindisinde, aklımda bir hikâye, elimde bir kaç yüz dize, yüzümde bir gözlük,
her gözlükte bir Hamdi. Şimdi ben herşeyi biliyorum. Herşey eskidi. (…)”
Ötekinin Hikâyesi
“(…) Belki de bu yüzden neredeyse her
birimizin de, kendi içinde yarım kalmış bir hikâyesi vardır.”
NOT: Bu hâliyle bile bir taslak benim gözümde. Ömrüm vefa ederse, bir gün novella haline getireceğim.
istanbul raporu.
“ (…) elimde attilâ ilhan, grand rue
de pera cinâyetini gözlerimle gördüm. delik deşik, anlamından ayrılmış kalmış,
demirden damarları dahi sökülmüş. oysa ben yitirdiklerimin ve yenildiklerimin
ardından kendimi orada arardım. caddenin altını üstüne getirir istiklâl ve
istikbâl arardım. (…)”
Arz-ı Hâl
“(…) Vesselam ölüme rağmen yaşamak kolay iş değildir,
yazdığım gibi. Ben neden yaşıyorum? Her hareketin sonunda yeniden değişen o
binlerce ihtimali düşününce insan yaşamak için heyecanlanıyor. Kendimin
romanını yaşamayı seviyorum ben, en sonunda öleceğimiz dışında yarına dair
aslında pek de fikrimiz yok. "Yazar mısınız?" diye sorduğunda bana,
şimdi cevabım hayır, ama o binlerce ihtimalden birinde, bir sonraki İzmir Kitap
Fuarında bir standın arkasında imza dağıtmam da mümkün. (…)”
NOT: Bu notu direkt sahibine yazacağım izniniz olursa. Merhaba Özlem, ben bu satırları yazarken senin sevgilin olduğunu bilmiyordum bildiğin üzere. Hâlen utansam da, kötü bir niyetim olmadığını bildiğini sanıyorum ve bir hatıra olarak bu yazıyı tutuyorum. Eğer bir gün yolun düşer ve okursan, sevgi ve selam.
Başka bir şey.
“dördüncü cemre düştü, tutamadım.
kendimi tutmasam düşecektim, düşlerimi tutmasam ağlayacaktım, ağlasaydım eğer
var olacaktım. bir yokluğun içindeyim, içimde bir yoksunluk, gözlerimin gördüğü
yer bahar, baharın düştüğü yer güz. içimin karasını deliyor çiçekler. (…)”
NOT: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” demiş vakti zamanında Lev N. Tolstoy. Başımla beraber. Bir gün bu “muhteşem” hikâyeyi de yazmak istiyorum, bir başka uzun hikâye olarak. Başka bir hikâye olacağı da muhakkak, eğer bütün öfkemle ve kırgınlığımla hakikati yazabilirsem. Hemen herkes bilse de, adını yazmayacağım pek tabii. Bir gün burayı okursa, selam.
Zaman meselesi.
“(…)Bir korkak için ne büyük cesaret!
Ama, en büyük cesaret gösterilerini korkaklar yapar sanıyorum ve birisi bu sözü
de daha önce muhakkak söylemiştir. Hüznünü gizlemeye çalışanların o kocaman
kahkahaları gibi. Öte yandan insan olmadığına dönüşmez mi öyle yapınca.
Aşk-nefret ilişkisi gibi aslında, denge yoksa dengesizlik ruhu sarsar da durur.
(…)”
NOT: Bu öyküyü Zekai Özger’e atfetmemin nedeni, kendisinin SBF yurdu savunmasında aldığı şiddetli darbelerin belki de ölümüne neden olmasıdır. Kendisi bu olayı, “Adak” şiirinde anlatır ve ne yazık ki “Arkadaş” çok genç yaşta hayatını kaybetmiştir. Bu öykünün kahramanı ise Arkadaş değildir, zaten benim kahramanım bir mühendis adayı, sadece işgâl benzerliğini kullandım.
Bu öyküde asıl olan metaforlar. Sevdiğim genç kızla ve sevgisizliğiyle olan çatışmamı, ona da anlattığım bu olayı kullanarak yazmak istedim. Barikatlar, bu ilişkisizliğin temeliydi -“a las barricadas”- ama bir gün bir barikatın arkasında yan yana duramadık.
erken düş.
“(…)benim için o bilinmez karanlık- hep büyük bir korku hem
de bir kurtuluştu, birincisinde kaldım”
Kendi kendime.
“Karşımda kendini doldurmayı unutmuş
bir sandalye ve ben kendimin yokluğuna bakıyorum. Bir kimse kendi kuyusundan
düşünce akşamüstünde, gülerek bakıyor hayaletleri yanında ve karşısında. Kuytuda
kalmış ne kadar kelime varsa- işte şurada şu cam bardağın arkasında. (…)”
NOT: O gün birisiyle kahve içmeyi planlıyordum, ama hamama gitmiş, gelmedi. Kahveyi kendi başıma içerken bunu karaladım.
Müsvedde
“(…)Ben bu hoyrat hayatı tanımadım ve
sevmedim. Belki de yaşamayı, onların istediği gibi yaşamayı bu yüzden
beceremedim. Yine de çabalıyorum, insanlara kendimi anlatmaya, bu hayata bir
çentik atmaya ve öldükten sonra da yaşamaya çabalıyorum. En başta kendi kendime
soruyorum bu ikircikliği, bu çelişkileri; kim olduğumu, ne yaptığımı. (…)”
NOT: Ben geçen sene tezsiz yüksek lisans yapıyordum,
bıraktım. Orada ders öncelerinde, sevgili arkadaşım Cansu’dan telefonla
kelimeler alıp kelime oyunları yazıyordum. (https://www.adamolmazadam.com/search/label/kelime%20oyunu
) İşte bu öykünün ilk hâli de bir kelime oyunuyken, Eskişehir’de yeniden
yazmıştım.
***
On yılın sekizine dair bir seçki okudunuz. Yaşadıkça yazmaya devam edeceğim herhalde ve -evet- yazdıkça yaşayacağım.
Sevgi, saygı ve selam.
On yılın sekizine dair bir seçki okudunuz. Yaşadıkça yazmaya devam edeceğim herhalde ve -evet- yazdıkça yaşayacağım.
Sevgi, saygı ve selam.
Yorumlar
Yorum Gönder