Ana içeriğe atla

Adam olmaz bir blogdan ikinci oto-seçki.

Merhabalar!

Zaten zaman nedir, sorusunu yazıp da durmuşumdur bu blogda ve zaman da beni yanıltmayarak bir bilinmez olduğunu gösterdi bana daima. Dün bazen çok uzak gelir de, yıllar öncesi hemen yanınızdadır, bilirsiniz hepiniz işte.

Benim adam olmaktan binasip blog, 27 ekimde on yaşını dolduruyor ve bu münasebetle yıllar sonra ikinci bir oto-seçki hazırlamaya karar verdim.

Bu seçkiye o tarihten sonra başlayacağım ve sekiz yıldan sevdiğim yazıları, öyküleri, düşyazıları, kısa alıntılarla beraber sizlerle paylaşacağım. Aynı formatı kullanacağım. Eskiden yeniye, yazının başlığı, içinden bir parça ve linki olmak üzere bir yol izleyeceğim, bir iki yazının altında da ufak tefek notlar olacak. Kendimce bir saygı nedeniyle, “Ötekinin Hikâyesi” haricinde, Re hakkında yazdığım başka hiçbir şeyi bu seçkiye almayacağım.

Bu seçkiyi şu anki ruh halime, kendi keyfime göre yaptığım için, seçkiye almadıklarımdan bazıları, aldıklarımdan da güzel olabilir. Kimisini belki de hiç beğenmeyeceksiniz. Yorumlarınızı da okumak isterim.

Bir de öykülerimin linkini ayrıca yazayım şuraya: https://www.adamolmazadam.com/search/label/%C3%B6yk%C3%BC

Bilinçoyunu

“(…) Rüyalar, bilincin en oyuncu hâli. İnsan, rüya görmeseydi, özellikle sanatta oldukça kısır kalırdı sanırım. Belki de hiç sanat olmazdı, bilemem.”
NOT: İlk yazı ve ilk not. Aslında pek aman aman cümleleri yok, bin yıldır söyleneni tekrar ediyor. Ama, oyunu şurada, o genç kızı tanıdım, tanıdım dediysem okul arkadaşı olduk, o kadar. Bir merhabamız oldu ve beni baya da yazdırmıştı sonradan. Yasemin’i daha sonra da burada defalarca yazdım. Beni neredeyse şair kılacaktı. Bu rüya olmasaydı, öyle merak etmezdim onu herhalde. Yenizaman ve kadeh diye yazdım onu.

Yüz.

“(…) yüz, neden? çünkü, akşam karanlık. hayır, akşam karanlık ve yüz güzel. güzelin yüzüne bakarsın, baktığın yerde güzel bir yüz görürsün. "gül cemal"dir yüz ve bir gülcemal vapuru var sözü edilen (ama mesele o değil) ve bugün cemal süreya öldü yeniden tek y ile. (…)”

Yirmibeşi Devirirken

“(…) Diyeceğim, sevgili dostlarım, anılarımı böylece bitiriyorum. Yirmibeş yılımın bir özeti ve muhasebesi buradadır. Sonuçta, Hayrettin yahut Simoviç, Kaptan Bülent yahut Takoz Recep, Jardel yahut herhangi biri olamadım. Fatih Terim de olamadım, ben oldum. İyi bir insan mı oldum, kötü mü? İnsan olarak, her ikisi de içimde. Evliya da değilim, şeytan da. Adam olmaz bir adamım, tezatlarımla beraber benim. (…)”

NOT: Bu on bir parçalık bir yazı serisi olduğundan, etiketini attım.

Ben ile Kendim

“(…) Karşıdan rüyamda dedesini gördüğüm kız geçiyordu. Kendim dirseğiyle beni dürttü. Bilinçaltımın yapacağı şey anca bu kadar olurdu, ya altbenliğimi benimle aynı surette ve sıfatta karşıma çıkarırdı, yahut sadece yeni sınıfta uzaktan gördüğüm bir kızın dedesini rüyama çıkarırdı. Sözde dedesi pek tabii, sadece uzaktan gördüğüm, hiç tanımadığım bir kızın dedesini hiç görmemiştim. Rüyamda ise bir şıh olarak görmüştüm. Bilinçaltım, naif miydi, yoksa salak mıydı, karar veremiyordum. Bir insanı, güzel bir kızı bana "rüyamda dedesini gördüğüm kız" diye betimleten bilinçaltıma küfrettim.

Kendim, "Kıza yiyecekmiş gibi bakma." dedi. "Yok ya, ne bakması, dalmışım. Bilinçaltımı düşünüyordum." dedim. "Senin bilincin ne ki, altı ne olsun?" dedi. Güldü. Kıza bakmaya devam ediyordum, kız baya yaklaşmış önüme gelmişti. Selam vermeye niyetlendim, "merhaba" demek için ağzımı açtım, bir saniye olsun bana bakmıyordu. Açık bir ağızla beklerken, öylece yanımdan geçti. İşte o an ilham geldi, daha doğrusu çıktı, bankın arkasında saklanıyormuş, çıktı. İkimizin arasına eğildi, "Adeta bir güz çiçeği, isimsiz tanımsız bir çiçek gibi salınarak yürüyordu. Dolgun dudaklarında gülümseme izi yoktu, akşamüstünü oradan ikiye yararak yürüyor, mütevazi mucizesini gösteriyordu." diye mırıldandı. Kendim bir ıslık çaldı, ben de "Es oğlum es." diye ilhama ara gaz verdim. "Bilinmezliği akşamüstünü öldürüyordu. Kırılgan bir akş..." diye devam edecekti ki, "Yine mi kırılgan? Bir şey de kırılmaz olsun, mübarek züccaciye dükkanı." dedim. İlham kırılmıştı. sustu. (…)”


NOT: Bu da dört mizah öykülük bir seri, yine etiketini attım. Bu blogda yazdığım en komik şeyler bana göre, ben hâlâ okudukça gülüyorum.

Deli saçması.

“(…) bir adam vardı, her romana giriyordu eskiden niçeye tefsir yazıyordu, ben onu tanımıyordum o da beni tanımazdan geliyordu sanırım akşamdı. çünkü böyle şeyler akşamleyin olur, insan kendi yazısının sırrını anlatır diğerine heykeller sarsılır. (…)”

NOT: Bu yazı, sevgili hacıcavcavım, muhterem Samet Kölgesiz içün yazılmıştı.

Güz nedir?

“(…) Tanıyorum, hüzün bu duyduğum, öncekikli mesleğim, terzilikten önce ve sonra elimde olan ( elimde kalan, bana şiirler kaldı ve yahut şiirler bana kaldı) işim. Ne tuhaf (belki de değil) ancak hüzünlü olduğumda anı yaşıyorum. Bir tek hüznün tadını tam olarak çıkarıyorum, lezzetini anlıyorum. Hüznü yontmayı, hüznü okumayı, hüznü yazmayı biliyorum. Bir adı yok bu işin, bir anlamı yok. Güz işçiliği denilebilir, güzcülük denilebilr, ama denilmese de (yazılmasa da) olur. Hem güz nedir? (…)”

Öncenin Yazısız Tarihi

1
Önce, her sabah, her saniye, gidilen yolların her santimi bir arefe oluyor yeniden. Yenizaman
Sonra kendimi yitiriyorum- yılanın ağzında bir ağız daha- bak diyor bakıyorum- bir bütün olarak- aklın aydınlık yangını- Yenizaman



Nedensiz izliyorum mâhir ellerini saçlarının aydınlığında yiterken
Nefessiz içiyorum masaldan eski sesini ahirî yasakmeyvenin

yasakmeyvenin
sesidir
min-el aşk

Yazıyorum.

Sonrası hiçbir kitapta yazmayan bir şiir- ben yırtılmış bir şiirin buhaıysam eğer- ellerine bakarken o şiiri ellerimle yazacağım
Ben yenidünyanın eski şairlerinden kalacağım- ben yenizamanı senin üzerine yazacağım

Yazıyorum.

Beni zorla şair yazacaklar-


2
Herşeyin bildirildiği Adem/ bilirdi birden sonra geleni
bilemedi hazzın arkasında duran kederi

biledim bıçağımı gölgesinde ikinin
sonra âhir zamandı karanlığa sapladım
bir aydınlık taşınca gözlerim köreldi
yüzüne bakınca Adem'den evveldi

yılanın ağzında bir ağız daha ağızın içinde
bir yalan/ bilerek yanılan Adem'in yenilgisi
seni ölümsüz yapacak eller benimdir
beni öldürecek kendi yenilgim


3
altı günden bir önce bir durduk bir eskidik
kahvenin renginden önce bir sessizlik
bulutlar yerde grinin kesinliği
siyaha çalıyor kör bir keskinlik

sonra bulutlar altında bir sofra sarhoşum
dur daha dibini görmeliyim gayya kuyusun
duraklar durmuyor yerinde gözlerin
dudakların rengini okuyabileyim

Her cinayetin anası Havva/ akşam oluyor
sen üzümü kar ben toprağı ezeyim
sonra şafak-âlud bileceğiz rengini
dudakların ruhun ve birleşmenin


4
kelime kelimeyi çağırıyor beş köşeli yalnızlıkta
bir kılıcın ucunda adını okuyorum
eski bir âhite kılıcın ucuyla
bir kadehte gördüğüm adını yazıyorum

Her cinaytetin maktulü Hâbil / ben ölmeyi bilmem
ellerimden bir dere akar sonsuza
aklımı yitirene dek bakarken sana
gidiyorum ateş üzerine adını yazmaya

kelimeyi çağırıyor kırmızı ne varsa
karanlığında saklı kavisi okumaya
çağırıyor beni kırmızı karanlıkta
birin içine üç defa adını yazmaya


5
Her cinayetin kâtili Kâbil/ buna mukâbil ben de kelimelerden başlıyorum öldürmeye- gözlerinde bir yeni iklim yarınsız ve öncesiz/ zamansız bir mayıs ateşüzerinde yeniden- gözlerinden başıyorum okumaya ellerin saçlarını yakarken- yılanın ağzında sesin eleğimsağma mavisi içiyorum nedensiz- karanlık mağara ağzına adını kazıyorum/ kendimi yitirdim seni bileyim- kendini kesen kılıç benim ellerim

yazdırma beni
rum devrinden kalma cümle mermer
senin yanında şekilsiz yığın
sonralar öncesiz sana bakınca
eskiyunan feylezofları kırgın

Belki dudağının kıvrımı şu mevsimler!*



* zamanında bir Eloğlu, "Belki gözlerinin kıymığı şu denizler!" yazmıştır.



6
bu denklem kendini bilmez her durağa uğrar
akşamları yatar cevapsız yatağına
hâddini bilmez hesaptan anlamaz
dolanır durur irlanda sularında
İklimya / sana birşey diyemez
denklemin ortasında adın yazılı
her harfiyle kendini düşünür denklem
kendini bilmez sokağa uğrar birden
lambalarda kazılı sarıyı izler
yüzü gülene dek seni bekler aymaz
düşerse yüzü kendini bulmaz
yasaklı harfleriyle çiçekler bakar
bu denklem kendini bilmez her durağa uğrar
bildiği herşey bir ağacın gölgesi
buna da bilmek denilemez
ama öyle bulutsuz seviyor seni
kendimi bir denklem biliyorum

NOT: Bu şiirlerin tek tek linklerini koymak yerine, bir bütün olarak paylaştım. Nisan ve mayıs 2014’te yazılmış; iyi dizeleri olan, olmamış şiirler. Bundan sonra da şiir yazmaya çalışmadım, çünkü yazdığım kötü şeyleri şiir diye bastıracak kadar ünlü değilim, yancı değilim veya zengin değilim.

Haziran iki ve üç

“(…) Kadeh, bir imge. Bildiğiniz "Y" harfinin yazısı. Adını biliyordum bu sefer ilk başta, aydınlık yanaklarını, parlak saçlarını, şaşırınca çocukça bakan kahverengi gözlerini, (ki arada bana kırpıyordu, ben de her kırpışında kendimi baştan yiyordum, yanlış okuyordum, yazıyordum, bir harf bir harftir) dudaklarını (burayı ve aşağısını fazla yazmak olmaz, yenilince yenilmiş sayılan bir öykünün yazarıyım artık ben), mâhir ellerini (eller de utanmadan yazılabilir, yahut bir slayta da yansıtılabilir usta bir şairin bir beşliği olarak, her ikisini de yaptım) bildiğim kadar biliyordum adını ilk başta. İsim vermem en azından dedim, sonra ilk olarak "Yeniçiçek" sonra "Yenizaman" dedim, imgelerim kötüden iyiye gidiyordu. Adını gizlemeyi en sonunda akıl ettim, "Kadeh" dedim. Usta işi! İsim vermem, dediğim Y'ye, üç isim verdim sonunda.




Bacaklarını yazmayacağım. (…)”

Karalama

“(…) Hiçbirşeyim sizin gibi değil, hatta benim sandığım gibi bile değil, öyle görünüyor. Aldanıyor muyum, kendimi mi kandırıyorum. Umrum değil, uykumda karabasanlara yaklanmasam yeter. Tekrar önemli, yazıya bir şiirsellik katıyor. Ama ben yazı yazmasını da, şiir yazmasını da bilmiyorum. Doğrusu, istesem ucuz şiirleri şurada karalarım da içimden de gelmiyor. (…)”

Fotoğraf yazısı.

“(…) Ben yazmayı bilmiyorum aslında bunu iyice öğrendim. Yüzlerinde hikâye okuduğum kadınları kağıda geçiriyorum. Fotoğraf yazıyorum da denilebilir. (…)”

senlerin sensizliğinde günlerimin senler üzerine tuhaf güncesi

“(…) makinalaşmış ağızlarını yeni roma'nın kör çeşmelerine kör kalsın diye doymamak üzere dayıyorlar -ağızlarını kadehlerin yaldızlı ağızlarına olmayan şarabı içmek üzere dayıyorlar -kadehler kör olsun çeşmelerden şarap aksın (…)”


Açık uçlu hikâye.

“(…) Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez. (…)”

NOT: İşe yeni başlamıştım, yazmayı öğrendiğimden beridir yazdığım hayatımda belki de ilk defa yazmaya ihtiyaç duymuyordum. Her şey monotondu, hiç bir şey yoktu ve ben bu duruma alışmıştım. Sonra bir anda “M.” İle buluştuk, tam ayrılırken, yazabilen birinin yazması gerektiğinden bahsetti ve beni yazmaya çağırdı. “Beni yeniden yazmaya çağıran M.” olmuştu adı, otobüste, ayakta, tek elle telefona yazdım bu yazıyı ve başkaları da takip etti. Belki de iş adamı olarak yazmaya ihtiyacım olmadığını düşünerek, çok daha uzun bir süre yazmayabilirdim; iyi ki beni teşvik etmiş. Hayır, hiçbir şey yaşamadık, ama ona daima müteşekkirim. Bu satırları okursa da sevgi ve selam.

Onunla beraber ve ondan sonra buraya yazdıklarım, beni sevseler de sevmeseler de kendilerini bildiler ve okudular.

Herşey vardı.

“(…) Öykü yaşayıp öykü yazamayan adam tanıdım aynadan bakıyordu, bir bebeğe gülümsüyordu, bir kadına yeniliyordu, sonra bir diğerine, o şehirde bir sokak, sokakta bir ayyaş, ayyaşın gözünde bir akşam. (…)”

Herşey eskidi.

“(…) Eksiği yok ekimin bu pazar ikindisinde, aklımda bir hikâye, elimde bir kaç yüz dize, yüzümde bir gözlük, her gözlükte bir Hamdi. Şimdi ben herşeyi biliyorum. Herşey eskidi. (…)”

Ötekinin Hikâyesi

“(…) Belki de bu yüzden neredeyse her birimizin de, kendi içinde yarım kalmış bir hikâyesi vardır.”

NOT: Bu hâliyle bile bir taslak benim gözümde. Ömrüm vefa ederse, bir gün novella haline getireceğim.

istanbul raporu.

“ (…) elimde attilâ ilhan, grand rue de pera cinâyetini gözlerimle gördüm. delik deşik, anlamından ayrılmış kalmış, demirden damarları dahi sökülmüş. oysa ben yitirdiklerimin ve yenildiklerimin ardından kendimi orada arardım. caddenin altını üstüne getirir istiklâl ve istikbâl arardım. (…)”

Arz-ı Hâl

“(…) Vesselam ölüme rağmen yaşamak kolay iş değildir, yazdığım gibi. Ben neden yaşıyorum? Her hareketin sonunda yeniden değişen o binlerce ihtimali düşününce insan yaşamak için heyecanlanıyor. Kendimin romanını yaşamayı seviyorum ben, en sonunda öleceğimiz dışında yarına dair aslında pek de fikrimiz yok. "Yazar mısınız?" diye sorduğunda bana, şimdi cevabım hayır, ama o binlerce ihtimalden birinde, bir sonraki İzmir Kitap Fuarında bir standın arkasında imza dağıtmam da mümkün. (…)”

NOT: Bu notu direkt sahibine yazacağım izniniz olursa. Merhaba Özlem, ben bu satırları yazarken senin sevgilin olduğunu bilmiyordum bildiğin üzere. Hâlen utansam da, kötü bir niyetim olmadığını bildiğini sanıyorum ve bir hatıra olarak bu yazıyı tutuyorum. Eğer bir gün yolun düşer ve okursan, sevgi ve selam.

Başka bir şey.

“dördüncü cemre düştü, tutamadım. kendimi tutmasam düşecektim, düşlerimi tutmasam ağlayacaktım, ağlasaydım eğer var olacaktım. bir yokluğun içindeyim, içimde bir yoksunluk, gözlerimin gördüğü yer bahar, baharın düştüğü yer güz. içimin karasını deliyor çiçekler. (…)”

NOT: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” demiş vakti zamanında Lev N. Tolstoy.  Başımla beraber. Bir gün bu “muhteşem” hikâyeyi de yazmak istiyorum, bir başka uzun hikâye olarak. Başka bir hikâye olacağı da muhakkak, eğer bütün öfkemle ve kırgınlığımla hakikati yazabilirsem. Hemen herkes bilse de, adını yazmayacağım pek tabii. Bir gün burayı okursa, selam.

Zaman meselesi.

“(…)Bir korkak için ne büyük cesaret! Ama, en büyük cesaret gösterilerini korkaklar yapar sanıyorum ve birisi bu sözü de daha önce muhakkak söylemiştir. Hüznünü gizlemeye çalışanların o kocaman kahkahaları gibi. Öte yandan insan olmadığına dönüşmez mi öyle yapınca. Aşk-nefret ilişkisi gibi aslında, denge yoksa dengesizlik ruhu sarsar da durur. (…)”

NOT: Bu öyküyü Zekai Özger’e atfetmemin nedeni, kendisinin SBF yurdu savunmasında aldığı şiddetli darbelerin belki de ölümüne neden olmasıdır. Kendisi bu olayı, “Adak” şiirinde anlatır ve ne yazık ki “Arkadaş” çok genç yaşta hayatını kaybetmiştir. Bu öykünün kahramanı ise Arkadaş değildir, zaten benim kahramanım bir mühendis adayı, sadece işgâl benzerliğini kullandım.

Bu öyküde asıl olan metaforlar. Sevdiğim genç kızla ve sevgisizliğiyle olan çatışmamı, ona da anlattığım bu olayı kullanarak yazmak istedim. Barikatlar, bu ilişkisizliğin temeliydi  -“a las barricadas”-  ama bir gün bir barikatın arkasında yan yana duramadık.

erken düş.

“(…)benim için o bilinmez karanlık- hep büyük bir korku hem de bir kurtuluştu, birincisinde kaldım”

Kendi kendime.

“Karşımda kendini doldurmayı unutmuş bir sandalye ve ben kendimin yokluğuna bakıyorum. Bir kimse kendi kuyusundan düşünce akşamüstünde, gülerek bakıyor hayaletleri yanında ve karşısında. Kuytuda kalmış ne kadar kelime varsa- işte şurada şu cam bardağın arkasında. (…)”


NOT: O gün birisiyle kahve içmeyi planlıyordum, ama hamama gitmiş, gelmedi. Kahveyi kendi başıma içerken bunu karaladım.

Müsvedde

“(…)Ben bu hoyrat hayatı tanımadım ve sevmedim. Belki de yaşamayı, onların istediği gibi yaşamayı bu yüzden beceremedim. Yine de çabalıyorum, insanlara kendimi anlatmaya, bu hayata bir çentik atmaya ve öldükten sonra da yaşamaya çabalıyorum. En başta kendi kendime soruyorum bu ikircikliği, bu çelişkileri; kim olduğumu, ne yaptığımı. (…)”

NOT: Ben geçen sene tezsiz yüksek lisans yapıyordum, bıraktım. Orada ders öncelerinde, sevgili arkadaşım Cansu’dan telefonla kelimeler alıp kelime oyunları yazıyordum. (https://www.adamolmazadam.com/search/label/kelime%20oyunu ) İşte bu öykünün ilk hâli de bir kelime oyunuyken, Eskişehir’de yeniden yazmıştım.

***

On yılın sekizine dair bir seçki okudunuz. Yaşadıkça yazmaya devam edeceğim herhalde ve -evet- yazdıkça yaşayacağım.

Sevgi, saygı ve selam.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...