Ana içeriğe atla

Zaman meselesi.

Arkadaş Zekai Özger hatırasına. 

"Zaman meselesi diyorsun, doğru bulmuyorum diyorsun da, artık biraz geç değil mi? Bu saatten sonra bunları söyleyip, kafaları karıştırmanın ne anlamı var. Barikatı kurduk işte, dışarıda onlarca polis ve biz içerideyiz. Kendimizden başka rehinemiz yok ve direneceğiz! Başka yolu yok, başka birşey yok. Kazanmak için de direnmiyoruz, bizim yenilgimizle büyüyecek kavga, buna inanıyorum. Hayır, hayır. Kuru bir inanç değil, bunu biliyorum. Onun için buradayım, evet buradasın, hepimiz buradayız. O yüzden, dünde kalması gereken konuşmaları bugüne taşıma, kimsenin inancını da kırma. Barikatı güçlendirmeye devam. Haydi!"

Bağırmamıştı, sakin tok bir sesle ve hâkikatı söylediğinden gram şüphesi olmayan kararlı bir sesle söylemişti. İkna olmamıştım, yenilgimizin bir yenilgi olacağını düşünüyordum hâlâ, ama tartışmayı uzatmadım. Bir anlamı yoktu, haklıydı. İşgâl başlamıştı, barikat kurulmuştu, polisler gelmişti ve ben inanmasam da arkadaşlarımı satmamıştım. Evet, barikatı güçlendirmeye devam ettik, konuşmanın bitiminde. Herkesin gözleri parlıyordu, herkes heyecanlıydı.

Akşamdı. Silahsızdık. Onun deyimiyle, yenilgimizle kavgayı büyütecektik. Akşam hüznü içimizi keserken bile, hep bir ağızdan türkü okuyorduk. Bekliyorduk. Gece gâfil avlamaları gerekirdi bizi, bir de direnişi büyütmeden ilk geceden müdahale etmeleri gerekirdi bence. İki yol vardı polis için. Birincisi, bizimle ellerinden geldikçe anlaşarak olayı şiddetsiz çözmek. İkincisi, benzer olayların olmaması için, ibreti alem olsun diye aşırı güç uygulayarak olayı bitirmek. Bizde genelde ikinci yol seçiliyordu, yine ikincisi seçilecekti bence. Sağlam sopa yiyecektik. Kazanan olmayacaktı, polisin elinde kanımız, bizim bedenimizde copların morlukları kalacaktı sadece.

"Yenilgimizle büyüyecekti kavga". Eğer aramızda ölen olmazsa, gazetelerin orta sayfalarında küçük bir haber olacktık. Bir işçi okumayacaktı bile, okusa da bizimle empati kurmayacaktı eğer bir sosyalist yahut en azından bir sosyal demokrat değilse. Değilse zaten onun okuyacağı gazetede, kötü çocuklar olacaktık. "Piç kuruları" diyecekti bize, "keşke bir kaçınızı öldürselerdi." Kendince haklı da olacaktı, çocuğu da üniversitedeydi belki. Üç kuruşa çocuk okutan, çocuğunun "büyük adam" olmasını isteyen ve sınıf mücadalesinden habersiz birine, bu işgâlin haklılığını nasıl anlatacaktık. Züppelik, haytalık, haydutluk olarak kalacaktı bizim eylemlerimiz onun aklında. Şimdi şurada türkü okuyan bu çocuklardan kaçının babasını o babadan ayırabilirim? Ama yenilgimizle büyüyecekti kavga, çünkü yenilgimiz sadece yenilgi olarak kalamazdı, gönlümüz razı olmazdı.

Tanrıyı kıyamete zorluyorduk. Tarihin akışı tek bir yöne gidiyorsa, o yöne giden derede akıntı yavaşsa ve proleterya küreklere asılmamışsa, iş başa düşmüştü. Dövüşecektik, dövülecektik ve öldürecek ve ölecektik. Sonsuzlukta asılı dünya isimli mavi bilyeyi ve üzerinde yaşayan isimsiz milyarları güzel yarınlara taşıyacaktık. O güzel yarınları istiyorlar mıydı? Bilmiyorlardı. Biz biliyorduk. Herkes için en iyisi olduğunu biliyorduk.

Barikat arkasındaydım, ama tamamlayamadığım tartışma içimde büyüyordu, akşamın melankolosiyle beraber. Akşamlar böyledir, herşeyi anlamsız gösterir insana. "Anlam", işte o kelime, sanırım barikatın arkasında aradığımız da oydu. "Kuru bir inanç değil, bunu biliyorum. Onun için buradayım" demişti o, anlamın da doğrunun da hakikâtın da ne olduğundan zerre şüphesi yoktu sesinde. Gözlerinde de. Kusursuz bir inançtı herhalde, evet, kuru bir inanç değildi. Bildiğinden şüphesi yoktu, tanrının bile bilmediğini biliyordu, insanlar için bir yeryüzü cennetinin yolunda bir çakıl taşıydı bu barikat.

Ben bilmiyordum. Şimdi de bilmiyorum, belki de korkuyorum. Dışarıda bir bilinmez var ve küçük kıyamet yakında kopacak, sonrasını bilmiyorum. Hiç dayak yemedim ben bugüne dek. Üniversiteye dek de bilmiyordum, hiçbir kavgaya girmemiştim. Tabii ki doğrularım vardı, ama doğrularım için mücadele etmenin yolunu bilmiyordum. Yolunun bu olduğunu bilmiyordum. Onun sayesinde öğrendim bu yolu. Tanışmamızın arkasından iki ay geçti ve işte şimdi bi barikatın arkasındayım bile. Öylece bilenmiştim iki ay içinde. Peki neden şimdi böylece kararsızım?

Babamın ameliyatını hatırlıyorum, tehlikeli bir ameliyattı. Ama olmaması da ölümü beklemek demekti, son akşam ne çok korkuyordum. Korkuyorduk. En çok da babam korkuyordu herhalde, ölecek olan oydu nihayetinde, ama hiç belli etmiyordu.

Şimdi burada çatık kaşlarımın ardında benim ölesiye korktuğumu kim bilebilir?

Bir mühendis olmak için girdiğim bu üniversiteden polis zoruyla çıkartıldığımı duyunca, benimle gurur duyacak mı acaba babam? İnsanlığı ileriye taşımak üzere verilen bu "sonuncu" kavganın bir yerinde olduğumu ve korkuma rağmen sadece burada sadece başkalarının haklarını koruduğuma inandığım için dayak yemeyi beklediğimi anlayacak mı? Bilmiyorum. Bilemem de. Metafiziğe inanıyor muyum hâlâ? Yoksa melankoliden çaresizliğe hızlı bir şekilde yuvarlanan ruh halim, çaresiz insanların pek çoğu gibi beni de fizik ötesinin dünyayı katlanılır kılan kolaycılığına mı itiyor?

Bir mühendis olmak için girdiğim bu üniversitede, bir barikatın arkasında "anlam" arayışımı ne çabuk gaibten güçlere devredebiliyorum! Ne kadar zamansız.

"Zaman meselesi" demiştim, evet. "Bu barikatı bugün burada kurmamızın, bu yurdu işgâl etmemizin, bir anlamı yok. Doğru bulmuyorum. Bugün halkın bize bakışıyla, bu işgâli bir hak arama değil haydutluk olarak görecekler. Zaman meselesi bu işler, direnmenden önce direnişi haklı kılacak zemini oluşturmalıyız. Meşruiyetimiz yok ve keyfiyetle müdahale edecekler bize. Kazanamayacağız, bugün burada hiçbir şey kazanamayacağız. Ama yine de buradayım, çünkü siz buradasınız."

Bir korkak için ne büyük cesaret! Ama, en büyük cesaret gösterilerini korkaklar yapar sanıyorum ve birisi bu sözü de daha önce muhakkak söylemiştir. Hüznünü gizlemeye çalışanların o kocaman kahkahaları gibi. Öte yandan insan olmadığına dönüşmez mi öyle yapınca. Aşk-nefret ilişkisi gibi aslında, denge yoksa dengesizlik ruhu sarsar da durur.

Aşk. Aşk nedir? Şu kararan gece gibi karanlıktan başka. Mücadalemiz derdi o, şimdi sorsam. Ne yersiz bir soru olurdu, ne yersiz bir düşünce de zaten. Gerginlikten yay gibi gerilmişken tüm sinirler, "aşk nedir?" ne yersiz. Yersiz ve yurtsuz, haymatlos bir hayal değilse zaten nedir aşk? Doğrusu olmayan en güzel yanlış. Zamansız.

Zamanı da değil zaten, ama şimdi dışarıda beni bekleyen bir sevgilim olsaydı diye de düşünmeden edemiyorum. Daha mı çok korkardım zarar görmekten, belki de ölmekten. Yahut, daha cesaretli mi olurdum, dövüşmeye bile.

Tut ki ilk görüşte, yahut bir söz üzerine çarpılsaydım birine ve inanmasaydı aşkıma bile sevdiğim kadın, "bu kadar kısa sürede aşık olunmaz" deseydi, "zaman açısından doğru bulmuyorum" diye kör bir bıçakla çizseydi üzerimi, o öfkeyle duruyor olsaydım burada, korkudan azade bir yoldaş olabilir miydim? Bilemiyorum.

Bilemiyorum, şimdi sanırım hemen hiç bir şeyi bilemiyorum ve sadece bekliyorum.

Yorumlar

  1. Hocam "hak arama, haksızlığa başkaldırı vs.." gibi sloganlarla bu tip eylemler/isyanlar oldum olası (her ne kadar gerekçe sunulursa sunulsun) "anarşi" olarak görülür toplum nezdinde ve pek az bir kesim dışında onaylanmaz. Yani sonlara doğru kahramanın aklından geçirdikleri mantıklı. Bu arada çok hacimli olmasına gerek yok. Eğer ince bir kitap oluşturacak kadar olduysa şiir ve öyküleriniz Kutlu Yaınevi'nden rahatlıkla bastırabilirsiniz. Bilginiz olsun. SELAM VE DUA İLE

    YanıtlaSil
  2. Yorumlarınız için çok teşekkür ederim hocam. Yayınevini biraz inceledim, belki konu üzerine sizinle fikir alış verişinde bulunuruz müsait olduğunuz bir zamanda. Bilmukabele, selam ve dua ile.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kitap çeşitleri ve tercihlere göre tablolar var. Oradan seçim yaparsınız... Saygılar. Bu arada bu ve buna benzer yayınevleri ne yollarsanız basarlar. İncelemeye tabi tutulmaz bilginiz olsun.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...