Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur.
Quintus Horatius Flaccus
“Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.”
“Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.”
Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin
tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar
bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye
kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan.
Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel
zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim”
deyip yazmaktan kaçıyordum.
Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da
yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir
hikâye yaşadım.
Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna
etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici
olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam
anlamıyla, olması gerektiği gibi.
Ben bir notayı sevdim.
Ben bu hikâyede Re’yi yazacağım, bir notayı. Hikâye kendi
kendime, “Re, sanki Bir nota kadar” dediğim anda başlıyor.
Benim için çarpıcıydı, yazıyorum, sanki bir anı anlatıyorum.
Öykü nedir, anı nedir? Elcevap, öykü kurgudur, anı yaşanmıştır. Böyle, ama
böylece kolay mı? Öyküde yaşanmıştan izler yok mudur? Bir anı ise
anlatıldığında artık biraz kurgu değil midir? Güzel anı anlatan biri, iyi bir
hikâyeci değil midir?
Aslında basit sorular soruyorum, biliyorum.
Ama, amacım hikâyemi anlatmaya bir giriş yapmak ve bu
girişin sonunda başlayacak hikâye, bu soruların arasında o bulanıklıkta
geçiyor. "Hayatımı yazsam roman olur" diyen adamların hakikatinde.
Hakikat evet, herkesin hikâyesi var, neredeyse hepsi yazılmaya değer. Ama,
yazmaya gelince bir sancı gerekiyor. İlham değil, sancı. Derin bir sancı.
Yazmaya doğurmak demeyeceğim, hayır ve hayır, yazmak öldürmektir de
yazmayacağım. Yazmak, yaşanma tutunma çabasıdır. En azından ben bundan
yazıyorum. Yaşamımı anlamlandırmak için.
Kendimi ve yazmayı bildim bileli yazıyorum, lâkin bu
hikâyede ben yazar değilim. Ben bir öykü kahramanıyım sadece, üç kişiden
biriyim, üçüncüyüm. Ötekiyim. Yazıcıyım. Evet, bir hikâye yaşadım ben ve
uzundu- iki buçuk yılda geçen bir günde yaşandı. Olağanüstü olduğunu yazacak
değilim, ama öyküler de sıradanı, insanı ve alelade yaşamını anlatırlar. Bir
hikâye yaşadım. Yazmayı bilen biri olarak hikâyeye borçlandım.
O akşamın üzerinden altı yıl geçti. Dün gibi, yazacağım
sanıyorsanız, değil. Dün gibi değil. Bin yıl geçmiş gibi, hiç yaşanmamış gibi
hatta. Neredeyse bir rüya gibi. Hikâye olması da bu yüzden, hem neredeyse
hiçbir şey yaşanmadı, yazdıklarımın çoğu benim düşüncelerim, tek taraflı
bakışım ve sizden saklamayıp yazdıklarım. Hem zaten Re'nin kendisi de ve yahut
benim ona baktığımda gördüğüm kişi de gerçek gibi değildi, zamanüstüydü.
Altı yıl. Anlatmayı en sevdiğim akşam. Sağanak yağmurun
çatıda uğuldadığı bir akşam, diye başlıyorum anlatmaya her defasında.
Yıllardır bunu yazmayı hayal ettim, sonra yazmaya başladım
birden bire. Sonra, yazmaya başladıkça o günlere döndüm. Mutlu oldum, kendimi
yeniden buldum, yazacağım sanıyorsanız, değil. Kimi yitirdiğimi hatırladım.
Hayatımdaki büyük boşluğu yeniden fark ettim. Belki de yazmayı bilinçaltımda
neden ertelediğimi anladım. Re'yi yitirdim ben. Re'ciğimi, biricik notamı.
Hatırlıyorum, son aylarda, onu yitireceğimi anladığımda çok derin bir
çaresizlik duyuyordum, anlamımı yitirecektim. Bir insan bir anlamı yoksa nasıl
yaşar, diye düşünüyordum. Re'nin beni gördüğünde yüzüne yerleşen gülümseme
olmadan, onu gördüğümde Ağustos'ta veya Aralık'ta içime doğan nevbahar olmadan
ne yapacaktım?
İşte, oradayım. Korktuğum yerdeyim. Buradayım.
Ötekiyim. Üçüncüyüm. Attilâ İlhan’ın “Üçüncü Şahsın Şiiri”ni
açıkladığı notu şöyle başlıyor.
“Aşk yakıcıdır ama karşılıksız aşk, kavurucudur. Bu dizeler karşılıksız bir aşkın anlatımıdır. Sevgilinin bir bakışı, bakışı bile değil sevgiliyle gözlerin karşılaşması bile sevenin dünyasını alt üst eder. Sevgiliye ait bütün ayrıntıları bilmek ister. Olur olmaz ayrıntılardan kendine mutluluklar, ümitler çıkarmak ister” yazmış şair. Üzerine bir şey yazmaya bile gerek yok.
Ama ben yazacağım. Çünkü bir hikâyem var ve aslında başka
hiçbirşeyim yok.
1: BANK
(Mart’12)
Bir bankta oturuyorlardı, oradaydılar. Önlerinden
geçecektim, kaçamazdım. İnsanları görmezden gelmeye de, insanlar tarafından
görmezden gelinmeye de aşinaydım, ama bu defa kaçamazdım. Bankta oturan iki
kişiden delikanlıyı tanımıyordum aslında, ortak birkaç arkadaşımız vardı
sadece. O ortak arkadaşlardan birisi de yanında oturuyordu, bir defa görenin
rüyasına girmesini dileyeceği masum yüzüyle sevgilisi.
Ama, onlardan kaçamamamın nedeni, genç ve güzel kız değil,
yanında aslında tanımadığım delikanlıydı. Sadece adını biliyordum ve başıma ne
geldiyse adını bilmem yüzünden gelmişti.
Kafeteryadan çay alacaktım, sırada bekliyordum, bir yandan
da ne yapacağımı düşünüyordum. Delikanlının adını biliyordum bir tek, orada
yanında oturan sevgilisi söylemişti. İki ders arasında bir boşlukta, “boğaz
meselesini” halletmek üzere bir lokantaya yürürken, arkamdan adımı seslenmişti.
Aslında iki hece olan adımı, tek hecede, tek nefeste, kendimi bildim bileli
duyduğum adımı, dünyanın en güzel kelimesine çevirerek seslenmişti.
Delikanlının yanına gidiyordu, öyle demişti, ayaküstünde birkaç kelime
konuştuk. Rusça öğreniyormuş, delikanlıyı da bizim üniversitede bir kursa
yazdırıyormuş. Ne güzel, demiştim, Çince ve Arapçayla beraber ileride en çok
ihtiyaç duyulacak dillerden biri demiştim. Çevremde herkes ne yapacaksın
Rusçayı diyor, böyle düşünmene çok mutlu oldum, demişti. Sevinmişti.
Evet, âşıktım ona.
Sağanak yağmurun amfinin teneke çatısında uğuldadığı 16
aralık 2010 akşamında, ileri matematik dersinde araya çıktığımızda onu bir
arkadaşıyla beraber konuşurken gördüm. Hayır, ilk görüşüm değildi, ama
hayatımda ancak birini, bir defa öyle görebileceğim. “Çarpılmak” dedikleri
herhalde bu, öyle olmalı. Bir keman sesi duyduğumu hatırlıyorum, kulaklarımda
uğulduyordu. Onu izliyordum, sarsılıyordum. Bin volt. Aklımda bin kelime
dönüyordu. “Re, sanki. Bir nota kadar.” dedim, onu tanımıyordum. Adını
bilmiyordum, ama yüzünde Re’yi gördüm. Onu “Re” diye yazdım, adını aylar sonra
öğrendiğimde bile benim için Re’ydi. Altı yıl sonra, bugün hâlâ onu ismiyle
değil de, benim verdiğim ismiyle hatırlıyorum.
Ne yazık, sevgilisi olduğunu fark etmem, adını öğrenmem
kadar uzun sürmedi.
Sevgilisiyle beraber oturuyordu bir bankta sevdiğim kız.
Kuyruk bitmişti, kafeteryadan çayımı alıyordum. Düşünüyordum, ne yapabilirim;
ama ne düşünecek ne yapacak bir şey vardı. Görmezden gelemezdim, alternatif bir
yol da yoktu gidebileceğim. Dönecek ve önlerinden geçecektim. Beni gördüklerini
biliyordum. Bir yanlışlık sonucu delikanlının arkadaşaydım. Kaçamazdım. Derin
bir nefes aldım.
Re’nin adını vurulduktan beş ay sonra, bahar döneminin son
final sınavında arkamdaki sıraya oturunca öğrendim. O aralık akşamında ona
çarpıldıktan sonra, sevgilisi olduğunu ertesi gün fark etmiştim. O zaman karar
vermiştim, yapılacak bir şey yoktu. Ne onu ne de çevresinden birini tanıyordum
zaten ve herhalde tanımayacaktım. Adını bile öğrenmemeye karar verdim, kendi
içimde yaşayacaktım ve zamanla unutacaktım. Karşılaştığımızda, ufak bir
tebessümle birbirimize baş selamı veren iki yabancıydık, aylar öylece geçiyordu.
Final sınavında, yoklama kağıdı arkadan öne geliyordu ve neredeyse yanlışlıkla
adını öğrendim. Sınav bitti, dönem bitti, sadece adını bildiğim ve bir isim
verdiğim, bir de sevgilisi olduğunu bildiğim bir güzele vurgun ve ona bir
yabancı olarak okuldan ayrıldım.
Yaz tatili pek uzun sürmedi, pek çok dersten kalmıştım ve üç
tanesini yaz okulunda almam gerekiyordu. Temmuz sıcağında okula döndüm. Üç
dersimden birini doğrusal cebrin ilk dersini beklemeye başladım. Evet, evet,
bir buçuk ay önce adını öğrendiğim, o güne dek iki kelime etmediğim Re geldi
karşıdan. Beni gördü gülümsedi, yanıma geldi. Doğrusal cebrin, böylece güzel
olduğunu doğrusu bilmiyordum. Konuşmaya başladık. İki ay önce sadece başıyla
selamlaştığı bir yabancıydım arkadaşlarının arasında, ama her bölümden
insanlarla dolu bu sınıfta, uzaktan da olsa tanıdığı bir adamdım ve tek
kişiydim. Bu tesadüf olmasaydı, belki de hiç tanımayacaktım onu; çünkü
sevgilisi olduğunu fark ettikten sonra onunla arkadaş olmaya değil de, ondan
uzak kalmaya çalışıyordum ve o güne dek bir yabancı olarak bunu başarıyordum.
Ama, o tesadüf bizi arkadaş kıldı.
Sevgilisiyle, bir tesadüf yüzünden değil bir yanlışlık yüzünden arkadaş oldum. Adını Re söylemişti ve ben dayanamamış, zamanla artan arkadaşlarımdan birinin facebook arkadaşları arasından bulmuştum. Profil fotoğrafı olarak, Re’yle bir fotoğrafları vardı. Allahın bildiğini kuldan saklayacak değilim, arada girip fotoğrafına bakıyordum.
Bir Pazar günü, arabalara ve hıza meraklı kuzenimle beraber
bir yarış pistine, ehli küffarın “drag” dediği araba kaldırma yarışını izleme
gitmiştik. Laf lafı açınca, ince meseleyi anlatmaya başlamıştım ve delikanlının
facebook profilinde fotoğrafını gösterdim.
Bu hikâye bana hep, eski zamanlardan, altınçağdan,
şairlerin-yazarların devrinden kalma bir hikâye gibi gelir. Sabahattin Ali’nin
Kürk Mantolu Madonna’sında Raif efendinin defteri 1933’te başlıyorsa, bu hikâye
de ancak o zamanlarda yaşanabilirdi diye düşünürüm. Ben yazıyor olsaydım bu
zamanda yazardım bu hikâyeyi. Çünkü, günümüz böylece naif hikayelerin zamanı
değil.
Amma ve lâkin ancak ikibinonlarda yapılabilecek bir
yanlışlıkla gelişti bu hikâye, bir dokunmatik ekran ve facebook yüzünden.
Sevgilisini facebooktan arkadaş olarak eklemiştim. Üstelik saatler sonra, evde
bilgisayar başında otururken, “arkadaşlık isteğimi kabul ettiği” bildirimini
alınca fark etmiştim yaptığım hatayı. Geri alamazdım. O güne dek, iki kelime
muhabbet etmişliğimiz yoktu, sadece Re söylediğinden adını biliyordum. Hiç
tanımadığı, sadece uzaktan gördüğü kimseleri bile facebooktan ekleyen bir
kimseydim artık. Kadınlarla ilgilenen bir erkeğin en azından, flörtleşmek
amacıyla bir kadını böylece eklemesi bilinen ve yapılan bir şey olsa da, bir
erkeği böylece eklemek sadece arkadaş listeni kalabalık tutmak için yapılan
salakça bir eylem olarak duracaktı. Ama, onu arkadaşlıktan silersem; bunun tek
anlamı olacaktı, profil fotoğrafına bakarken seni yanlışlıkla ekledim. Bu da, ya
sevgiline ya da sana ilgi duyuyorum anlamına gelirdi, ikisi de bir değneğin pis
uçlarıydı sadece. Bir salak olmayı kabul edecektim, artık hiç tanımadığı
kimseleri facebooktan ekleyen bir adamdım. O akşam defterime, “acıklı derecede
komik bir yanlış yaptım, bir el kayması, dünya hâlâ dönüyor” diye not almıştım.
Kendime küfrediyor, bir yandan da gülüyordum.
Dünya dönmeye devam ettiği için, ertesi gün kafeteryadan
çayımı aldım. Derin bir nefes aldım ve kaçışı olmayan bir şekilde ‘yeni
arkadaşım’ ve sevgilisinin oturduğu banka doğru yürüdüm. Bin yıllık iki
ahbabımı görmüş gibi gülümsüyordum, ayaküstü laflamaya başladık. Delikanlı
başka bir kampüste, başka bir fakültede okuyordu, hazırlıktan tanışıyorlardı
Re’yle ve o zamandan beri sevgiliydiler.
"Otursana" dedi Re, oturdum. Bir yanında delikanlı, bir yanında ben, ortada Re, bir bankta üç kişiydik. Dersten, okuldan lafladık, sanki hergün burada oturup konuşuyormuşuz gibi, suyun akışı kadar doğal ve yalındı. Delikanlı da, hiçbirşey sormadı. Ortamızda oturan, benim biricik notam, onun sevgilisi, gülüyor ve birşeyler anlatıyordu.
"Otursana" dedi Re, oturdum. Bir yanında delikanlı, bir yanında ben, ortada Re, bir bankta üç kişiydik. Dersten, okuldan lafladık, sanki hergün burada oturup konuşuyormuşuz gibi, suyun akışı kadar doğal ve yalındı. Delikanlı da, hiçbirşey sormadı. Ortamızda oturan, benim biricik notam, onun sevgilisi, gülüyor ve birşeyler anlatıyordu.
Atillâ İlhan, “üçüncü şahsın şiirini” hangi koşullarda
yazmıştı bilmiyorum, ama bir dokunmatik ekran yüzünden, sevdiğim kız ve onun
sevdiği adamla bir bankta oturuyor ve laflıyorduk. O yanlışlığı yapana dek,
Re’den uzak durmaya çalışıyordum yine. Çünkü yaz okulunda tanımıştım ve
yaklaştıkça gözü yoran değil, güzelleşen bir insandı. Uzaktan sevip de,
tanıdıkça soğuduğunuz, hatta tiksindiğiniz insanlar vardır, bilirsiniz. Re ise,
bunların tam tersiydi, ne kadar yakın olursan o kadar güzelleşiyordu. Ben ise
çok yakın olamayacağım için, elimden geldiğince uzak olmaya çalışıyordum. İmkan
varsa görmezden geliyordum. Çünkü çaresizdim.
Bir el kayması herşeyi değiştirdi. O günden sonra olanlar,
bu yanlışlık olmasaydı, herhalde asla olmayacaktı. Ama oldu.
***
20.12.2010
İkinci yenilerden bir
şair vardı, adı Turgut’tu meşhurdu, soyadı neydi unuttum. Dilimin ucuna gelir
gibi oluyor, aklıma takılıyor, ama bulamıyorum.
Turgut Uyar! Bir
arkadaşın da aklına taktım sonra, onun usu benden önce uyandı.
Ne yapacaksın, dedi.
Hiçbirşey, dedim. Hiçbirşey yapmamaktan güzel ne var.
Nereden geldi, dedi,
aklına. Uzun bir hikâye demedim, ne uzun ne de hikâye.
Orhan Veli’den
yenilere, oradan ikinci yenilere uzandı usum. Turgut’u hatırladım, soyadını
unuttum. Orhan Veli aklıma nereden geldi, sormadı.
Re’den geldi,
diyemezdim. O da benim gibi Re’yi görüyor, hem de onu tanımıyordu. O, benim
Re’ye “Re” dediğimi bile bilmiyordu. Re’nin ismini de bilmiyordu sanırım. Benim
gibi.
En uzun geceye, güzün
sonuna yaklaşırken bir şairi anmak ne iyidir.
“Bir şairin ismi yine
bir şiirdir” diyebilirim de susabilirim de. Ne de olsa Re’yi o adamla gördüm
yine bugün. İlk defa görmüş kadar üzüldüm. Çok şey olmuş gibi.
Oysa, “Re, sanki. Bir
nota kadar” cümlesinden başka bir şey olmadı. O cümle oldu. Bütün yazdıklarımı
o cümleye değişmeye hazırım, demiştim. Kimseye demiştim. Sessizliğe
söylemiştim.
Yeni cümleler,
paragraflar yazıyorum şimdi.
Bir şiire başlar gibi
olmuştum, adamı görünce, olmadığına karar verdim hiç yazmadan. Yazılmış bir
cümle ve yazılmamış ve bir şiirim var Re’ye.
***
2: MASA
(Ekim'12)
Bir el kayması yüzünden buradaydık. Bilmiyordu. Belki de
biliyordu, ya da tahmin ediyordu, bilmiyorum. Kimse sevdiği kadının sevdiği
adamla isteyerek arkadaş olmaz. Ne sanalda, ne de gerçek hayatta. Kimse
sevgilisini karşılıksız seven adamla da arkadaş olmaz aslında, belki de
bilmiyordu. Acaba biliyor muydu? Gözlerinden anlamaya çalışıyordum. Sevdiğim
kızın gözünden birşeyler anlamaya çalışmak varken, sevdiği adamın gözlerinde
niyet okuyordum. Çocukluğundan bahsediyordu. Kampüste bir kafede oturmuş, başbaşa
laflıyorduk.
Yanlışlığın üzerinden aylar geçmişti, birbirimizi az çok
tanıyor, denk geldikçe konuşuyorduk. Ama, bu masada baş başa oturmamızın tek
nedeni Re'ydi. Birbirimize iki dost gibi sarılmıştık. Belki tuhaftır,
yalansızdım. Karşımdaki adamı, bir arkadaşım, bir dostum gibi görüyordum o
akşam.
Herşeyi anlatmaya başından başlamalı insan. Bu masada
oturmadan, birkaç gün önce benim doğum günümdü. Doğum günümde, Kıbrıs Şehitleri
Caddesinde yürüyorduk. Kız kardeşim, okulun birinci sınıfından beri tanıdığım
dostum Yakup ve Re'ye vurulduğum akşam onun yanında duran kız Esra. Artık
dostumdu. Üstelik bir yanlışlık, bir el kayması yüzünden olmamıştı. Re'yi tanıdığım yaz okulundan bir sene sonra,
yeniden yaz okuluna gidecektim. Bilgisayarda ders seçimi yapıyordum, üç tane
ders alacaktım ve üçünü de seçmiştim. Onay butonuna basmak üzereyken, karar
değiştirdim. Yazgı mı, yazgısızlık mı, herkes kendine göre inanacaktır. Zor bir
matematik dersi yerine, rahat etmek için bir İngilizce dersi aldım. Hayır, bu
defa Re değildi karşıdan gelen; hatta karşıdan da gelmedi. Sınıfta bir yerde
rastlaştık herhalde, 16 aralık akşamında biricik notamın yanında olan kızla.
Birbirimizle o yaza dek çok samimi değildik, ama hemşeri olmaktan gelen bir
yakınlık vardı. Onu Re'ye çok yakın olması nedeniyle, biraz tanıyınca hemen
facebookta arkadaş olarak eklemiştim. Delikanlının facebook profilini, onun
arkadaşları arasında bulmuştum.
Yaz okulunda, İngilizce dersinde, yine birbirine yabancı
onca insan arasında, iyi kötü birbirini bilen iki kişiydik, derste ve ders
aralarında, bir arkadaş grubuyla beraber birlikte takılıyorduk. Doğum günümde,
o caddede beraber yürüdüğümüz Yakup da bir arkadaşım olarak o gruba dahil
olmuştu. Sonra, Yakup, Esra ve ben daha çok birlikte vakit geçirmeye başladık.
Esra o yaz eski sevgilisinden ayrıldı, daha sonra Esra Yakup’u sevdi ve Yakup
da Esra’yı. Tabii, yazıldığı kadar kısa ve kolay olmadı tüm bu olanlar.
Aslında, uzun hikâye öyle değil böyle olur diyerek, o ikisinden biri kendi
hikâyelerini yazmalı, ama mutlu sonla biten hikâyeleri yazmayı umursamaz
insanlar. Yaşanacak bir şeyler varken, kim yazmakla uğraşır. Her neyse, iki
sevgili olarak oradaydılar. İşte doğum günümde hep beraberdik.
"Sana kötü bir haberim var abi" dedi Esra. Ben ona
"abla" diyordum, o bana abi diyordu, iki ayda yaşanan bir diğer uzun
hikâye bizi kardeş kılmıştı, öyle bir şakamız vardı aramızda. "Sana kötü
bir haberim var abi" dedi, "Re ameliyat olacakmış."
O cümleleri söyleyişini de, o anı da unutamıyorum. Zamanın
göreceliği üzerine yazacak değilim, ama an donmuştu, zaman durmuştu orada. Kötü
haber, Re ve ameliyat; birbirine hiç yakışmayan birlikte bir cümle bile
kurulamayacak kelimelerdi, ama işte kurmuştu. Zaman durmuştu. "Çok önemli bir
şey değil, galiba bir kulak ameliyatı" dediğinde, çoktan içim titriyordu.
Hemen orada, bir el
kayması yüzünden arkadaş olduğum delikanlıya facebooktan mesaj attım. Çünkü her
nedense Re'nin telefonunu bilmiyordum henüz ve internet üzerinde de bildiğim
bir hesabı yoktu. Ama, birkaç mesaj sonunda, önce delikanlıya ben telefonumu
verdim, sonra da o telefonunu verdi.
Ne yazık ki, ameliyat ciddiydi. Biricik notamın, o
delikanlının sevgilisinin boğazında bir kitle vardı, onu alacaklardı. Ameliyat
sırasında milimlerle sesini kaybetme tehlikesi vardı ve sonra da biyopsi.
Birkaç gün sonra, akşamında bir masada oturacağımız günün
sabahında, ben sokaklardaydım, delikanlı bir arkadaşıyla beraber hastane
kapısındaydı. Mesajlaşıyorduk. "Bilgi alınca bana da haber verirsen çok
sevinirim kardeşim " yazdım, "tamam" dedi. Hiçbir şey umurumda
değildi, ne gururum vardı, ne de aklım. Bir yüreğim vardı, yüreğimde bir korku.
Aynı o delikanlı gibi, sevdiğim kadının sevgilisi gibi. En azından benim kadar
seviyordu o da, biliyordum. Ben yalan yazmayı beceremiyorum bu konuda, ben daha
fazla seviyordum Re'yi bile yazamıyorum. Bana bile katlanıyordu o gün, öylece
seviyordu.
Bir süre sonra telefonuma bir mesaj düştü. "Kardeşim,
gördüm. İyi durumda. Sinirlere hiçbir şey olmamış, çok iyi geçmiş
ameliyat."
Nasıl yazılır, ne yazılır. Bilmiyorum. Kendimi bildim bileli
yazıyorum, ama bu hikâyede birkaç an var,
tarif edemiyorum. Tarifsiz bir sevinç. Her kelime eksik. Ağlıyordum.
Yaklaştıkça güzelleşen kaç şey, kaç kişi vardı bu dünyada. Söylediği her kelimeyi
güzelleştiren sesini yitirmemişti. Sevinçten ağlıyordum. Sokaklarda bir başıma,
karşılıksız aşklardan dolayı, yitirdiklerimden dolayı defalarca ağlamıştım, bu
defa sevinçten ağlıyordum. Başkasını seviyordu, sevdiği adamla sevincimizi
birbirimizle paylaşıyorduk, Allaha şükrediyorduk.
"Yarın ziyarete gideceğiz, gelmek ister misin"
yazdı, "tabii ki" yazdım. Delikanlı yazıyorum ya, gerçekten delikanlı
adamdı. Hayatımın en tuhaf hikâyesini yaşadıysam eğer, biraz da bu delikanlının
yüzünden oldu. Hiç konuşmadan bir antlaşma yaptık sanıyorum ve bu antlaşma
yapıldıysa da yapılmadıysa da, elimden geldiğince uydum. Siz ne düşünürsünüz
bilmem, umurum da değil, ama korkaklık değildi bu, saygıydı. Daima saygılı
oldum, dayanamadığımda kendimi yanlarından uzaklaştırdım. Birbirlerini
gerçekten seviyorlardı. Ben de seviyordum, çok seviyordum, sevgisine saygı
duyacak kadar seviyordum. Korkuyorsam, onu yitirmekten korkuyordum.
Birkaç saat sonra bir masada oturuyorduk, Re'nin okul
kartını bana vermeye gelmişti. Ben de girmediği derslere basması için Esra’ya
verecektim.
Çocukluğundan bahsetti delikanlı. Hastanelerde geçmişti,
aynı benim gibi. Neredeyse kendimi buluyordum, anlattığı çocukta, çocukluğunda.
Çekiniyordum, her kelimeme dikkat ediyordum. Sonra kalktı, yine sarıldık,
vedalaştık.
Ertesi gün, Yakup, Esra, delikanlı ve ben, bir hastane
odasında Re'nin yatağının başındaydık. Çocukluğu hastanelerde geçen bir
adamdım, üstelik daha yeni bir kulak ameliyatı olmuştum. Hastanenin soğuk
ruhunu aşınaydım. Ama, bu defa ziyaretçiydim. Üstelik, hasta yatağında yatan
biricik notamdı. Sesi öyle ince, öyle cılız çıkıyordu. İçim titriyordu. İçimin
titremesini, hem ondan hem sevgilisinden hem de ailesinden saklamalıydım.
Sevgilisi orada neler düşünüyordu bilmiyorum, onun da
çocukluğunda hastaneler vardı, yatakta sevdiği yatıyordu ve onun da saklayacak
birşeyi vardı. İki günde ilişkilerine dair pek çok şey anlatmıştı delikanlı,
bıçağı göğsüme göğsüme vurmuştu. Ailelerin daha haberi yoktu. Sevgilisiyle bir
takım olan yüzüğünü çıkartmıştı.
Yatağın başındaydık. Birden, "neden sen hiç
konuşmuyorsun" diye sordu biricik notam bana, gülümsüyordu. "O
konuşmayı sevmiyor" diye cevapladı Esra, hâlimi biliyordu.
Esra biliyordu. Esra, ben, bir de benim eski dostum,
Esra'nın ilerideki sevgilisi Yakup çardakta oturuyorduk temmuz ayında. Esra'ya,
ben sizin sınıftan birini seviyorum, demiştim. Gülmüştü, tahmin ediyorum
galiba, demişti. Tahmin ediyorsan doğrudur, demiştim ben de. Teyit bile
etmedik, sormadı, söylemedim ismini. Sonra günler sonra başka bir yerde bir
konuşma arasında söylemişti ismini, bir defa bakmıştı bana doğru mu diye,
gülümsüyordum. Gülmüş ve konuşmaya devam etmişti.
“O konuşmayı sevmiyor” dedi. Ne doğru bir yalandı yazacağım,
ama değil. Yalan olmasın, ben konuşmasını seviyordum. "Ben konuşmasını
bilmem Lili" diye yazan Sezai Karakoç'tu, ben biliyordum. Hem de dilimin
ucunda binlerce kelime vardı, ama söyleyemiyordum. Titrememi saklamaya çalışıp,
dilimin ucuyla hastaneden, ameliyattan, uyumaktan, uyanmaktan, iyi bildiğim
şeylerden bahsettim; susmamak için.
Odadan çıktığımızda içimde bir deprem sürüyordu.
Sarsılıyordum. Bir ağlamak geldi, ağlayamıyordum. Esra ile Yakup da
delikanlıyla ilgileniyordu.
Re hastanede bir süre daha kaldı, delikanlıya bir-iki defa
daha sordum durumunu.
Yirmi gün kadar sonra, delikanlıyla bir masada oturduğumuz
kafeteryadan elimde bir su şişesiyle çıkarırken, Re'yle karşılaştık. Okula yeni
dönmüştü. Her zamanki samimiyetiyle ve masumiyetiyle gülümsedi.
"Sonuçlarım temiz çıktı " dedi. İşte sadece bir defa orada boynuna
sarılabilseydim, yanağından dahi öpebilseydim keşke. "Sonuçlarım temiz
çıktı" demişti, bahar desem değil, bayram desem değil. Yazamam, yine
yazamam. Anlatamam.
Dünya benimdi.
***
3 Ağustos 2012
İkibinoniki
ağustosunun üçüncü günü, Tınaztepe’deki kütüphanede temmuzdan geriye kalan üç
kişiyiz. Bir şekilde hayatları birbirine karışmış, kaderleri dolanmış, yolları
kesişmiş üç kişi. Öylece, sessizce bir kütüphanedeyiz. Sessizliği başka başka
yontuyoruz.
Sessizlikten kelimeler çıkarmayı kendime iş edindim. Böylece tuhaf huylarım var. İşim olmayan ne varsa, kendime iş edinmeye bayılırım. Ama, kelimelerle aramdaki mesele biraz daha karışık. Birbirimize dolanık bir haldeyiz. Bazen kelimelere ben şekil veriyorum, bazen onlar bana. Yaşayıp gidiyoruz.
Yarın Re’yi görebilirim. Göremeyeceğimi kendime inandırdım, kendimi öylece hazırlıyorum, ama o ihtimal varken umut yine de öylece yüreğimde karınca kararınca yürüyor. Sadece göreceğim oysa bana ait olmayan, adını bile bilmeyen Re’yi göreceğim, öylece bakacağım. Ama.
İnsan düşünüyor, belki herşey farklı olur. Gök yahut yer yarılır, belki beni anlar, gözlerime bakar. Gökten taş düşer, bana âşık olur. Umut. Umuda olan hıncım işte bundan kaynaklanıyor, bir türlü beni terketmiyor. Doğrusunu bilsem de, yalan olana bir an olsun inanıyorum, tüm yüzüm gülüyor. Sanki bana aşkla bakıyormuş gibi gülümsüyorum. Sonra resim dağılıyor, gerçek olanca soğuk yüzüyle bana bakıyor.
O çocuğu da bundan anlıyorum. Umutla zehirlenmiş ve hayaller görüyor. Oysa gerçek, onun için çok acı. Katlanılması zor bir gerçek onu bekliyor. Ama katlanacak. Eli mahkûm katlanacak.
***
3: SOKAK
(Ağustos ’12)
Bir sokağa, yüzlerce kişinin arasına, birini görmeye girip
de, onu gördünüz mü hiç? Ben gördüm.
Aylardan ağustostu, ağustosun da başlarıydı, yıl iki bin on
iki.
Evvela size o yazı yazmalıyım. Kalabalık bir yazdı. Yakup, Esra
ve bir sürü insan vardı. Her birini, duygu değişimlerini, kişilik
özelliklerini, saç ve göz renklerini yazmıyorum; belki bazılarını yazıyorum ve
yazacağım, çünkü o yaz birçok hikâye yaşandı. Bir bitişin, bir başlangıç demek
olduğunu o yaz öğrenmiştik; önceki yaz benim yapamadığım bir şey, hem de benim
yüzümden olmuştu. Re’ciğimin gözlerine bakarken, hem de o da benimkine bakarken,
işteş bir gülümsemede yapmadığım, yapamadığım ve yapamayacağım bir şeydi. On
birde olmayan, on ikide olmuştu; benim yapamadığımı Yakup yapmıştı ve yahut
Re’nin yapmadığını Esra yapmıştı ve olmuştu. Ben vesile olmuştum.
Birçoğunu hatırlamadığım bir sürü insan, pek çoğu kordonun
çimlerinde, Nâzım’ın müthiş deyimiyle, “güneşin sofrasında, dostların arasında”
geçen muhabbetli ve keyifli akşamlar. Sahiden de uzun bir yazdı.
Bir tek eksiği vardı bu yazın. Esra’ya durmadan anlatıyordum,
yazıyordum, söylüyordum; ama kendisi yoktu. Yokluğu içimde büyüdükçe,
nihayetinde Esra’nın yardımıyla; işte o sokağa girmeden sadece birkaç gün önce,
Re bir kahvecide karşımdaydı. Aslında masada dört kişiydik; iki yeni sevgili,
iki dostum, o yaz hemen her şeyin arkasında dolaştığımız arkadaşlarım Esra ile
Yakup da vardı. Üstelik bu defa önceden kurgulanmış bir tesadüfle.
Aslında onunla buluşan Esra’ydı. Sözde Yakup ile ben de o
sırada oralarda dolanıyorduk. Benim de Esra’ya ders notları vermem gerekiyordu,
ona mesaj atmış ve bir kahvecide Re’yle oturduklarını öğrenmiştik. Esra, Re’ye
sormuştu “gelsinler mi” diye ve dediğine göre, Re beni hemen hatırlamamıştı
bile. Gelsinler, demişti, gitmiştik.
Benim bildiğim kadarıyla böyle olmuştu. Esra’nın dediğine göre,
Re beni hemen hatırlamamıştı bile. Ben ona hiç kimseydim yani. “İçimde İstanbul
çalkanırken bozbulanık çeşme”, onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Beni çok az
tanıyordu ve hemen unutacaktı. Ona kendimi unutturmamam gerektiğini o gün
anladım, ama ne yazık başarıp başaramadığımı hâlâ bilmiyorum. Bu satırları
yazarken de onun mücadelesini veriyorum, hakikati yazmak gerekirse.
Alsancak’ta, kordonda,
bir kahvecide dört kişi bir masadaydık. Okuldan dört arkadaş olarak
muhabbet ettik. Havadan ve sudan, ama neredeyse sahiden havadan ve sudan
konuştuk. Bu havadan ve sudan konuşma, ne ara, nasıl, nereye gitti
hatırlamıyorum, amma ve lâkin derin bir nefes çekip, “âh minel aşk ve minel
garaib” –aşkın ve garipliğin elinde- dediğimi hatırlıyorum. Derin bir sessizlik
olmuştu. Bir şeyler farklılaşır, ama kelimesi yoktur, anlatamazsın, dedim. Daha
da güzelleşmişsin, demedim. Diyemezdim de zaten.
Bir de, Re, biricik notam tam kalbimin derinine bir bıçak
sokmuştu. Ne olduysa, hangi lafın sonunda hatırlamıyorum, “kıyamam sana” dedi
bana. Samimiyetiyle, masumiyetiyle. Bir çocuğa der gibi. Oysa ondan kaç yaş
büyüktüm hem de. Kötü bir niyeti yoktu, yaralamak için söylemiyordu, Re olduğu
için söylüyordu. Ruhu, zamanın karşısında veya zamanı bahane ederek
kirlenmediği için. Hiçbirşeyden, haberi yokmuş; içimde dolanan o kalabalığı bir
zerre dahi tahmin etmiyormuş gibi ve yahut öyle sanmam için demişti.
Re’nin o masada bir tesadüf üzere oturduğumuz yalanına
inanıp inanmadığını bilmiyorum, aslında inandığını da sanmıyorum. O gün inanmıştır
belki, sahiden de beni hiç tanımıyorsa, ama bugün bir yerde, mesela aynı
kahvecinin önünden geçerken aklına gelse, herhalde farkederdi.
Bu buluşmadan, bir masada dört kişi oturduktan, birkaç gün
sonra, yine Alsancak’a “dostların arasına” çağrılınca, daveti reddetmedim.
Aslında pek çok daveti reddederim ben ve bir süre sonra da insanlar beni davet
etmekten vazgeçerler ve bu defa da onlara beni hiçbir yere davet etmedikleri
için içimden kızarım, ama o yaz davetleri pek reddetmiyordum ve beni bu bakımdan
henüz tanımamış bir grup insan tarafından, sürekli bir yerlere çağrılıyordum.
O gün de, akşam buluşmak üzere çağırdılar. Aylardan
ağustostu, ağustosun da başlarıydı, yıl iki bin on iki.
Gitmem gerekenden biraz erken gittim. Çünkü, Re bir bankada
staj yapıyordu ve mesai saati çıkışında belki denk gelirdik. Tahminimce bir
sokaktan geçecekti, sokak diye yazıyorum, öyle kolayıma geliyor, aslında Ali
Çetinkaya Bulvarının Cumhuriyet Bulvarına çıkan parçasından bahsediyorum,
sadece yaya trafiğine açık bir bulvardan. İşte orada, doğru dakikada doğru
yerde olursam, o sokakta o anda geçen yüzlerce kişinin arasında onu
görebilirsem. Tam o dakikada o sokaktan geçecek şekilde çıkmalıydı bankadan ve
oradan geçmeliydi. Başka bir yere gidebilirdi, başka bir yoldan dönüyor
olabilirdi, hiç gelmemiş olabilirdi ve tut ki o sokaktan geçecek bile olsa
karşı karşıya gelmemiz için, sadece bir nokta ve bir an vardı, o anda, başka
hiçbiryerden değil, beş metre yanından bile değil, benim yürüdüğüm yerin
karşısından bana doğru yürümeliydi.
Evet. Gördüm onu.
Allah beni affetsin, fazla zorlama, haddinden fazla dramatik
ve bu yüzden pek de başarılı sayılmayacak bir öykü yazıyorum, ama vermeyince
mabud meselesi işte.
Sokağa girdim, yürümeye başladım. Yürüyordum ve onu gördüm. Tam
karşımdan geliyordu. Yanında birkaç gün önce kahvecide otururken memlekette
olduğunu öğrendiğim sevgilisi vardı. Üstelik delikanlının elinde çiçek ve kalp
şeklinde bir balon vardı. Okuldan iki arkadaşımı görmüştüm sadece, üstelik
henüz daha bir masada başbaşa iki çift laf etmediğimiz delikanlıyla
facebook’tan da arkadaştım. Gülümsedim. Öncelikle facebooktan arkadaşımın
yanına gittim, diğerini ne de olsa daha birkaç gün önce görmüştüm, ama
delikanlıyla ne zamandır görüşmüyorduk. Hasretle kucaklaştık.
Sonra, diğer arkadaşıma geldi sıra. Biricik notam, Re’ciğim,
sadece okuldan bir arkadaşımdı; delikanlıdan pek de farkı yoktu. Ama, her
zamanki gibi, sadece elini sıktım. Delikanlıya elindeki çiçek ve balon yüzünden
takıldım. Meğer, Re’nin doğum günüymüş. Gülümsedim, tebrik ettim. Öpmedim.
Birkaç kelime daha lafladık ayaküstü ve gittiler.
Titremeye başladım. Arkalarından bakıyordum. Sahiden onlar
mıydı ve yahut bir hayal miydi ayırmaya çalışıyordum. Şimdi yazması ve okuması
kolay, ama tarif etmesi pek kolay değil; aklımdan şüphe ediyordum, şizofren
olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum. Donakalmıştım. Bir ara yandaki kafenin
bahçesinde oturan birine sormayı dahi düşündüm, ama vazgeçtim. Yakup’u aradım,
anlattım. Biraz sonra gelecekti. Re’nin doğum günü olup olmadığını, pek tabii,
bilmiyordu. Esra’ya mesaj attım, bilmiyordu.
Titriyordum, zangır zangır titriyordum. Bir kitapçıya
girdim. Nedenini bilmiyorum. Şiir kitaplarına yürüdüm. Sezai Karakoç’un toplu
şiirlerinin olduğu kitabı, “Gün Doğmadan”ı aldım. Bir de kalem. İlk sayfaya
tarih attım, altına da bir not yazdım. “Re’nin doğumgünü olduğunu öğrendikten
sonra.”
Sonra altına, ne zaman sonra, kurşun kalemle başka bir not
almıştım. “Re’yi Rosa, Rosa’yı Re kılan o akşamda; ne Monna anladı beni ne Re,
ne de Maria.”
Kitabın üzerinde son karalamam, nisanın bir gününde oldu.
Kitabı aldıktan aylar sonra, Monna Rosa’nın ilk şiiri “Aşk ve Çileler”in
başına, bu hikâyenin ilk başında, o daha adını bile bilmediğim bir yabancıyken,
aklıma dahi gelmeyecek kısacık bir not. “Nisanın on birinde, akşamlardan bir
akşam, bir parçasını okudum gözüne Re’nin.”
***
20 Ekim 2011
Bunu yazarken hemen önümdesin. Çok uzun yazmayacağım. Gözümü
görme, gülümseme diye uğraşıyorum, oysa gülüşüne müptelâyım. Az konuşmaya,
görmezden gelmeye çalışıyorum, oysa sana çıldırasıya aşığım.
Çünkü, çünküsü o kadar belli ki. Yazmak içimden gelmiyor
şimdi çünküyü.
Birgün bunu okursan, seni daima bitmeyecek bir saygıyla
seveceğimi bil. Herhalde okumayacaksın. Gözlerimi okursan, yine anlarsın, ama
gözlerimi okumandan korkuyorum.
Nasıl düşünüyorsun, nasıl görüyorsun beni; seninle ilgili
hislerimi ne kadar anlıyorsun bilmiyorum, ama bilebilmeni isterdim. Kocaman
bağırmak isterdim.
Tam bunu yazarken, sen geldin, dinlediğin şarkıyı mı
yazıyorsun, dedin. Hayır, dedim, başka şeyler. Seni yazıyorum, demedim.
Ama seni yazıyorum ve sana şiir bile yazdım. Bilmiyor olman,
ne kötü aslında.
Ben biliyorum, sana “bir nota kadar” derken ne kadar da
haklıydım. Bunu gözünün içinde görüyorum.
***
4: MERDİVEN
(Nisan '13)
"Umarım demin ki sözlerimi yanlış anlamamışsındır"
dedim Re'ye. Bir merdivenden iniyorduk ikimiz, "yok" dedi. Bir an
sustum, sonra "sana onları anlatınca aklıma Sezai Karakoç'un Lili şiiri
geldi" dedim. "Sezai Karakoç mu?" diye sordu.
Bu merdivenleri beraber inmeye başlamadan bir saat önce,
kampüsteki ana amfide sınıfın önünde, kalabalığın içinde dersin başlamasını
bekliyordum. Gürültü, kakofoniye varmıştı ve kalabalık içinde huzursuzdum.
Binanın içinde, ortada bir boşluk vardı. Merdivenden inenleri çıkanları, okula
girenleri izliyor, vakit geçiriyordum. Başımı kaldırdım. İki kat yukarıda Re'yi
gördüm, o da dersini beklerken arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Huzursuzluğum
dağıldı bir anda. Merdivenleri çıktım, yanına gittim.
Beni görünce gülümsedi. Yanına gittim, arkadaşları sınıfa
girdi. Havadan sudan konuşmaya başladık. Aşağıda, sınıfımın önündeki kalabalığı
gösterdim," bunaldım, seni de görünce yanına geldim" dedim.
"Kıyamam sana" dedi. Bir bıçak yazabilirim, ama çok yazdım değil mi bu
metaforu, hayır zaten bıçak da değil, ne olduğunu bilmiyorum. Ona da söyledim.
"Sen bana, kıyamam sana, deyince bir tuhaf oluyorum" dedim, üzüldü.
"Seni kırdım mı? Özür dilerim" dedi. "Hayır, hayır. Beni yanlış
anladın, bir çocuk gibi mutlu oluyorum, teşekkür ederim" dedim. Böyle
dedim, ne olduğunu bilmiyorum yazmıştım ya, demek ki buymuş. Bir çocuk gibi
mutlu olmak, hakikat. O akşam sahiden konuşuyorduk.
Konuşmak. Ağustos'ta bir kafede dördümüz buluştuğumuzda,
Esra "seni hemen hatırlayamadı" deyince öyle ağrıma gitmişti, onun
gözünde hiç kimse olduğumu farketmiştim. Hüzünlenmiştim, bir de "kıyamam
sana" demişti dördümüz otururken, darmadağın olmuştum. Sonra, ayrılık
zamanı yaklaşınca bir tek soru vardı, söylemeli miyim? Bu hikâyeyi ona
anlatmalı mıyım? Bir gün bir masada ikimiz başbaşa otururken söyleyeceğimi
düşündüm.
O akşam sahiden konuşuyorduk. En azından ben konuşuyordum.
KPSS'ye hazırlandığından bir sene kaybetmek istemediğinden bahsetti. Ben bir
alt sınıfa düşmüştüm, o sayede onu tanımıştım. Bu konuşmayı yaparken, bir ondan
da bir alt sınıftaydım, bu yüzden yakında o gidecekti, ben kalacaktım.
"Endişe etmene gerek yok" dedim, "bu hayatta herşey olabilir.
Bak bana kaç sene kaybettim. Ama, sizin sınıfa düşmeseydim, hayatımda hem de
bilmeden pek çok şey eksik kalacaktı dedim. Gerçekten sıkılıyordu sınav işine
anladığım kadarıyla, üzüyordu kendini. "Ben birşeye sahiden
inanıyorum" dedim, "senin ruhun tertemiz, çok iyi bir insansın, daima
güzel şeyleri hakediyorsun ve böyle de olacak inan bana. Laf olsun diye
söylemiyorum, kalbimden inanıyorum, çünkü sen gerçekten zamanüstü bir
insansın" dedim. Gözlerine bakıyordum.
"Benim hakkımda böyle düşünmene çok mutlu oldum"
dedi. "Bunlar düşünce değil, hakikat" dedim. Ne var ki, yüz yıl
konuşmamız gereken o anda, hocası geldi. Sınıfa girdi.
Merdivenlerden aşağı iniyordum. Derin bir hüzün duyuyordum,
ama sonsuz bir mutlulukla beraber; nisan yağmuru gibi. Sınıfa döndüm, ders
başladı, ama yerimde duramıyordum. Birine çarpılmıştım, hayali bozulmasın diye
tanımaya korkmuştum, ama yanlışlıkla tanımıştım ve tanıdıkça, yaklaştıkça
güzelleşiyordu. Ruhu da yüzü kadar güzeldi, onu tanımıştım. Ama, yitiriyordum.
Gidiyordu, bir kaç ay sonra yoktu. Biricik notam yokken ben ne yapacaktım?
Düşündükçe etlerim vücudumda çürüyordu. Öte yandan, yitirecek de olsam onu
tanımıştım. Bir sihir gibiydi, hep kitaplarda okuduğum onu tanımıştım.
"Uğruna yazılan kadın". Bir de "şairlerin eski ahidi"
dediğim birşey var ki, ona bir isim vermek. Pia, Monna Rosa, Lavinia ve ben 16
aralık 2010 akşamında bunu hiç düşünmeden, su kadar yalın Re demiştim ona.
Hakikat olarak, zamanüstü birisin dediğimde söylediğim kadar doğru. O bir
notaydı, Re'ydi.
Kafamda binbir tilki, yüreğimde binbir karınca derken, hoca
ara verdi. Hiç düşünmeden, koşar adım merdivenleri çıktım. Yanına gittim, bir
iki kelime lafladık, hocanın derste çizdiği grafikleri defterine geçirmek üzere
sınıfa dönmek istedi. "Grafiği her zaman çizersin, ama iki ay sonra ben
yokum. Gel bir çay ısmarlayayım" dedim. Bir an durdu, sonra
"bekle" dedi sınıfa doğru yöneldi. İçimden bir anda birkaç gereksiz
arkadaşı da çağıracak, diye geçti. O anda kim gelse gereksiz olurdu zaten. Ama,
yanılmıştım. "Olur, ama bir şartla" dedi, ben ısmarlarsam. Yüzsüzlüğü
ele almıştım bir defa, "benim canıma minnet. Sana bir çay borcum daha
olur" dedim. İlk çay borcunu, bir kaç ay önce, ekimin bir akşamında,
"sonuçlarım iyi çıktı" deyip dünyaları bana verdikten iki saat kadar
sonra yapmıştım. Bu konuşmadan yakın zaman önce iki arkadaşı ile beraber bir
kafetaryada otururken ödemiştim. Çok çalışıyordu, gözlerinden yorgunluk
akıyordu ve mezuniyete delikanlıyla beraber gideceğini anlatıyordu kız
arkadaşlarına. Tebessümle dinliyordum.
Bozuk para çantasından para aldı ve beraber merdivenlere
yürüdük. Merdivenlerde, "umarım demin ki sözlerimi yanlış anlamamışsındır"
dedim Re'ye. Gülümsedi, "yok" dedi. Bir an sustum, bir an bir
terazide herşeyi tarttım. Susmayacaktım. "Sana onları anlatınca aklıma
Sezai Karakoç'un Lili şiiri geldi" dedim. "Sezai Karakoç mu?"
diye sordu. Şiir ezberimde değildi. Şiir tamamen hatrımda değildi. "Bu
kuklaların kukla olmadığı besbelli/ Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli-
dizeleriyle başlar, ama tamamını şu an çıkaramadım. Çok güzel şiirdir, bana da
bugün seni çağrıştırdı" dedim. Okuması için, çünkü "bizi bırakıp
nereye gidiyorsun Lili" diye üçüncü kıtaya başlayamazdım, "bizi
öpmeden mi gideceksin Lili" diye
bitirtmezdim. Fark ettim. "Karakoç'un en ünlü şiiri Monna Rosa'dır, ilk
bölümü Aşk ve Çileler şöyle başlar" dedim. Gözlerine, göz bebeklerinin en
içine bakıyordum.
"Monna Rosa, siyah güller, ak güller;/ Geyve'nin
gülleri ve beyaz yatak./ Kanadı kırık kuş merhamet ister;/ Ah, senin yüzünden
kana batacak,/ Monna Rosa, siyah güller, ak güller!"
Bundan sonra bir sessizlik oldu. Kampüsün içindeki
kafeteryaya geldik, kapalıydı. "Bir diğer kafeteryaya gidelim" dedim,
"derse geç kalırız" dedi. Gerisin geri yukarı çıktık, laf olsun diye
birkaç kelime daha konuştuk, sonra ara bitti ve ayrıldık.
Eğer o akşam kafeterya erken kapanmasaydı ne olurdu?
Hikâyemi anlatabilir miydim? "Yağmurun teneke çatıda uğuldadığı o
akşam..." diye başlayabilir miydim? Bilmiyorum. Ama, ben o zamanlar
söylemeyi değil, daha çok "söylememeyi susmaktan ayırmayı"
düşünüyordum, o akşam bu olmuştu. Hem de Musa'nın Kızıldeniz'i yarması gibi.
O günden sonra çok az konuştuk. Zaten sınava hazırlanmaktan
okula gelmiyordu. Ama, aklımda tek birşey kalmıştı. Ağustos'ta bir sokakta onu
doğum gününde delikanlıyla birlikte gördüğümde, ona hiçbir hediye verememiş
olmak, içimde kalmıştı. İki ay sonra, Haziranda, ben yok olmadan hemen birkaç
gün önce, son kelimelerimizi bu vesileyle edecektik.
***
16 Mayıs 2013
(…)
Evet başta sana
çocukça, karşılıksız, platonik aşık olmuştum, ama seni tanıyınca ve Allaha çok
şükür, hayal ettiğimden bile daha ötede çıkınca, notayı tamamlayınca seni
istedim. Bu kelimeyi olağan kullanımından daha büyük bir anlamda kullanıyorum,
çünkü “benim olmanı” istemezdim ben senden, “ben ile senin biz olmasını”
isterdim. Kayıp öteki yarımı, öte canımı bulduğuma inandım ve herşey öyle hızlı
ilerledi ki pek çok zaman böyle bir kader olduğuna inandım. Ama sona doğru bir
uçurumdan düşer gibi ilerliyoruz ve yanıldığımı öğreniyorum.
Neyse, bu çaresizlikle
2011 eylülünden itibaren ne yapacağıma karar veremedim, zaman zaman seni
görmemeye bile çalıştım. Belki de farketmişsindir, bilmiyorum. Aslında
farkettiğini düşünüyorum, çünkü ne zaman seni görmemeye çalışsam bir şekilde
bunu bozardın. Yine böyle bir akşamda, ders arasında sıramda oturmuş seni
yazıyordum. O yazıyı mektuba da ekleyeceğim, inanıyorum ki o günü sen de
hatırlayacaksın.
Evet. Orada “seni
yazıyorum” diyebilmeyi ne çok isterdim. Diyemedim. Bu mektubu eğer sana
verebilirsem, bir şekilde söylemiş olacağım.
Sonra, nasıl olduysa
Rusça’dan konuşmuştuk, konu nasıl oraya gelmişti hatırlamıyorum. Rusça’dan
sadece vedaları hatırladığımı, çünkü veda etmeye tuhaf bir aşinalığım olduğunu
söylemiştim sana. Paka’nın “bye” gibi samimi, “dasvidanya”nın “Allahaısmarladık”
gibi resmi olduğunu hatırladığımı söylemiştim. Şimdi işte neden veda etmeye
aşina olduğumu anlamışsındır. Seni Allaha emanet ederken, “dasvidanya” mı
demeliyim güzel notacığım?
Bir zamanlar lise
sıralarından hemen sonra, kendimi bir şair zannederken şöylece iki dizeyle bir
şiire başlamıştım. “Ben şairim/ vedalara alışmam.” Geçen yıllarda şair
olmadığımı öğrendim, ama üstüne nice veda etmeme rağmen vedalara alışamadım.
Alışılabilir mi? Alışılamaz herhalde.
(…)
Bir notaya nasıl veda
edilir? Bunu bilmiyorum. Bunu bilmeye bu satırları yazmaya ölesiye korkuyorum.
Ama bir şekilde veda etmeliyim işte yukarıda yazdığım, bütün bu güzel hikâyeyi
yaşadığım için teşekkür etmeliyim üstelik. Bana inan, mutluluğun neredeyse,
kiminleyse, nasıl mutluysan ben de öylece mutluyum.
Hep bu mektubu yazmayı
bekledim. Bu mektubu yazmamın nedeni, bir adamın yüzünde nota görmesiyle
başlayan bu hikâyeyi, çocuk masumiyetine yakışır bu çocukça sevdayı bilmeye
hakkın olduğunu düşünmem. Bu hikâye benim olduğu kadar senindir de.
(…)
***
5: FOTOĞRAF
(Ekim ’12)
Bebeklik fotoğrafıma bakıyordu, yüzünü izliyordum. Biricik
notamın yüzünü izliyordum, bir bebeğin fotoğrafına ne kadar güzel
bakılabilirse, o kadar güzel bakıyordu. O kadar güzeldi çünkü öyle masum,
sahici, doğal. Dudağını ısırıyordu fotoğrafa bakarken. Yüzünü izliyordum, yüzünde bir hızır gördüm.
Zamanüstüydü. Orada fark ettim bunu. Nasıl anlatayım? Gözlerinde görüyordum,
hızırı çağrıştırıyordu. Re’ydi o, bir insanda nasıl bir nota duyabilir insan o
anda anlıyordum. Kurduğum hayalden, hayalimdeki insandan bile fazlaydı, bir
rüyaydı ve yanındaydım. Yüzünü izliyordum.
O bir fotoğrafa bakarken onu izlememden birkaç saat önce bir
elimde bir şişe suyla kafeteryadan çıkıyordum, ona rastladım. Yüzünde güller
açıyordu. “Sonuçlarım temiz çıktı” dedi, öpmedim. Öpemedim. Ama, öyle öpmedim
ki, öylece içimde kaldı.
O akşamdan bir yıl önce, bir defasında delikanlı öpmüştü
onu. Her öpemeyişimde o akşamı hatırladım, delikanlıyı öldürmek istediğim o
akşamı. Birkaç ay sonra yanlışlıkla arkadaş olacağımızdan, bir yıl sonra kardeşim
diyeceğimden habersiz.
Onu öpmedim, sonra sınıflara gittik. Ekimdi, bahardı.
“Sonuçlarım iyi çıktı” demişti. Aldığım ve alıştığım bütün kötü haberlere karşı,
dünyanın umutsuzluğuna karşı, bu defa güzün ortasında bir bahar yeşeriyordu
yüreğimde ve gözlerimde.
Ders bitti, inmem gereken, bana yakın olan merdiven yerine,
belki görürüm diye, ona yakın merdivenden indim. Matematiksel iktisat dersinden
çıkmışlardı, hocayla kapı önünde laflıyorlardı. Derste kullanılacak bir
bilgisayar programıydı muhabbet, bilgi işlemden alacaktı. Beni gördü, sevindi.
Aynı otobüsle dönüyorduk eve, ama onun yanımda delikanlı oluyordu pek çok
zaman. O gün yoktu. “Beraber dönelim mi” dedim, “tamam, ama bu programı almam
lazım” dedi, bilgi işleme yürüdük. Kapanmıştı bilgi işlem. Bir kafeteryada
arkadaşlarla buluştuk, “sen benim için o kadar zahmet ettin, çayı ben
ısmarlayayım” dedi, oturduk.
Telefonunun şarjı bitmişti, programı olan bir arkadaşına
benden mesaj attı. Cevap gelmeyince otobüs durağına doğru yürümeye başladık. Kampüsün
ana kapısının orada bir kedi önümüzü kesti. Evet, bir kedi önümüzü kesti; çünkü
Re kediden korkuyordu. O korktukça kedi inadına ona sokuldu. “Kedinin olmadığı
tarafa geç” dedim, geçti, bana doğru yaklaştı. Neredeyse gülecektim. Kovalamam
lazımdı herhalde, ama kediyi kovalamaya da kıyamıyordum. “Korkuyor musun, yoksa
sevmiyor musun” diye sordum. “Korkuyorum, sinsi geliyor bana” dedi, arkasına
bakıyordu yürürken. “İnadına takip ediyor” dedi, içimden gülüyordum.
Durağa gittik, otobüs beklerken telefonuma arkadaşından
mesaj geldi. Evdeydi, evi kampüse yakındı. “Sen git istersen, ben seni
oyalamayayım” dedi. Bin yıl sürsün istediğim bir meşgalenin içindeydik. Böyle
demedim pek tabii. “Olur mu öyle şey. Hem telefonunun şarjı yok, bir şey de
gerekebilir” dedim. Eve doğru yürüyorduk. Sessizliği böldü, “teşekkür ederim”
dedi. Gülümsedim, “asıl ben teşekkür ederim” dedim. Yürümeye devam ettik.
Neden, diye sormadı. Sorsa, söyleyebileceğim bir cevabım yoktu. Yüz bin kelime
söyleyebilirdim aslında, ama sevgilisi vardı. Belki de bildiği için sormadı.
Bir sokağa girdik, bir apartmana girdik, bir kapıyı aradık,
bir arkadaşı bulduk ve programı aldık. Gerisin geri durağa yürüdük.
Durakta bu defa, delikanlının derdine düştük. Merak etmesin
diye, mesaj atması için telefonumu verdim.
Mesaj atarken, delikanlıyla mesajlaşmalarımı gördü, geçmişten bir
diyalog vardı. Okudu mu yahut biliyor muydu, bilmiyorum. Sormadı. Benden de selam söyledi. “Senin ameliyatın
döneminde telefonun olmadığından, hep ondan haber aldım” dedim, telefonun
numarası alış verişi yaptık.
Otobüs geldi. Oturduk, çok güzel bir muhabbetimiz vardı o
akşam. İki arkadaş olarak konuşmak da çok keyifliydi onunla, gayet gülüyorduk.
Bir ara o da farketti, “neden seninle hiç beraber dönmedik daha önce” diye
sordu.
Sonra konu nereden geldiyse, bir arkadaşının birkaç gün önce
onunla beraber olduğu bir fotoğrafı gösterdim facebooktan. Facebook hesabı
yoktu, fotoğrafı görmemişti. Fotoğrafta, hastaneden yeni çıktığından yorgundu,
yüzü solgundu. Üzüldü, “kötü çıkmışım” dedi. “Yok yahu, çok güzel çıkmışsın”
dedim, morali bozulunca canım sıkılmıştı. Mutlu oldu öyle deyince. Sonra, benim
bebeklikten bir fotoğrafımı gösterdim.
O fotoğrafa bakıyordu, ben yüzünü izliyordum. Yüzünde bir
nota gördüğümde, ne kadar haklı olduğumu izliyordum. Böyle bir insanı bir daha
göremeyeceğimi ve üstelik onu da yitireceğimi bilerek izliyordum. Öyle karmaşık
ki, hani bazen üstelik güneş de görünürken az bir bulutla yağmur yağar ya, onun
gibiydi ruh halim. Sadece izliyordum. Maria Puder’in otoportresini izleyen Raif
efendi gibiydim yeniden, onu ilk defa Re olarak gördüğüm, ona çarpıldığım 16
aralık 2010 akşamındaki gibi. Üstelik, o aralık gününden farklı olarak, başta
hiç istemesem ve hayal etmesem de onu tanıyor ve tanıdığım kişinin düşündüğümden
daha masum, daha güzel, daha olağanüstü, vesselam daha müthiş çıkmasının
neticesinde, yüzündeki zamanüstü hızırı müthiş bir haz ve kederle izliyordum.
Aşkla izliyordum ve yine de onu yitireceğimi bilerek içimde cennet ve cehennemi
bir arada yaşıyordum.
Yitirmek. Bir iz kalsın istedim, bir hatıra hiç olmazsa.
Telefonu geri verince, kamerasını açtım, “gel bir hatıramız kalsın” dedim,
başımı başına yasladım ve fotoğraf çektim. Ne var ki, fotoğraf karanlık
çıkmıştı. Bir çocuğu kandırır gibi kandırmaya çalıştı beni, “karanlık çıkmış,
sil, sonra yine çekiliriz” dedi. Kanmadım, ama sildim. Bir daha
çekilemeyeceğimizi biliyordum silerken, nerede bir daha başımı başına
yaslayacaktım. Ama, sildim. Kandırmadım onu. Aklıma geldikçe çıldırıyorum, bir
tek fotoğrafımızı sildim.
Hikâyenin burasından bir bulut geçmeli, Sezai Karakoç’un Köşe
şiirinin ikinci bölümünden iki mısra: “Biz seni işte böyle sevdik Leylâ/ O
gitti bize ağlamak kaldı kala kala”
***
24 Aralık 2012
Gölgesiz dostum, “sence
bir gün söyleyecek miyim?” diye sorunca ona, hiç düşünmeden “evet” dedi. Güçlü
bir istek duyduğumu biliyor “söylemeye”. Öyle ki, hikâyeyi ona anlatmak, onun
hikâyeye katılmasından ve hikâyeden dahi önemli hale geliyor bazen. Ondan
habersiz, ona bakarak hayal ettiğim Re ile yaşadıklarım ve yaşayamadıklarım, o
bilmedikçe eksik mi sahiden?
Burada başka bir soru
var. Re, ne kadar o, ne kadar hayali bir imge? Ben hangisini sevdim? Çünkü en
başından olmaması üzerine kurulu bir hayal bu, sevgilisi olan birine karşı imkânsız
aşk. Öyle ki ısrarla adını öğrenmekten kaçmak, onunla aylarca konuşmamak, hele
de başlarda, Re ile onun tamamen aynı kişi olmadıklarının izleri sanki.
Ama ağustos 2011’de
işler değişti. Başta korktuğum onun gördüğümle alakasız, hayal ettiğimden farklı
çıkmasıydı ve Re imgesine zarar vermesiydi. Tanıdıkça, düşlerimi yıkmak şöyle
dursun, imgesi ve o birbirine gerçekten yaklaşmaya başladı. Onu sahiden sevmeye
ve karşılıksız aşkın acısını çekmeye başladım. Onu düşünmeye, istemeye, sevdiği
çocuktan nefret etmeye başladım. Bir yanlışlık sonucu, o çocuğu da tanımaya
başladım ve nefret yerini karmaşaya bıraktı. Re’nin ameliyat sürecinde
tanıdığım kişi, bana benzer hikâyesi olan bir adamdı.
Ekim sonunda Re’yle
otobüste geçen bir saat bile herşeyi tamam etti. O akşam herşey dilimin ucuna
geldi, bana son kez “öyle” baktı ve sonra yeniden kaçmaya başladım ondan. Şimdi
onu görebileceğim dört beş ay kaldı önümde. Elimde ise Gölgesize sorduğum soru.
Yanıtını tereddütsüz verdi, ama buradan bakınca o kadar kolay değil bu soruya
benim “evet” demem. Ben de cevabın evet olmasını istiyorum, bütün hikâyeyi
benim gözlerime bakarken benden dinlemesini, ama daha fazla mutsuzluktan başka
neye yarayacak? Öğrenince ne olacak, onlarca yazı ve mektubu da okudu diyelim,
sonra ne olacak? “Zavallı platonik aşık” resmi mi görecek? Beni böyle
hatırlamasını mı, unutmasını mı yeğlerim?
Aklının karışacağını,
bana karşı başka şeyler düşünmeye başlayacağını hayal etmiyorum bile. İmkansız.
Kendimi böyle kandırırsam, yanlış bir karar verebilirim. Benim sormam gereken
sorular başka.
***
6: NİKÂH
(Haziran ’16)
Bir takı kuyruğundaydık, yeni evle çifte hediyelerini vermek
üzere sıramızı bekliyorduk. Bildiğim bir an geldi, tesadüf değildi. Biliyordum,
ama bilmediğim şey ne zamanın ne de mekanın sarsılmamı engelleyemeyeceğiydi.
Bir deprem vardı, bir tek ben sarsılıyordum. Titriyordum. Yine titriyordum.
Hazirandı.
Aralıktı. Titriyordum, çarpılmıştım. İçimde bir bahar vardı.
Oysa boğucu bir dersten çıkmıştım, hava berbattı. Delice yağan bir yağmur,
çatıda uğulduyordu. Sabit bir ses kulaklada uğulduyordu. Pes bir re, evrenin
sesi. Doğallığın sesi. Duyuyordum. “Re, sanki bir nota kadar” dedim kendi
kendime. İlk olarak o cümleyi yazdım telefonuma sonra. Kadar, ama kadar ne?
Yazmamıştım. Ne yazsam eksik kalacağını biliyordum herhalde, ilk görüşte
anlamıştım. “Bir nota kadar”, sonuna masum, güzel, doğal ve yüzüne bakınca
görünen onlarca kelime gelebilirdi ve ancak sadece birini kullanmak, diğer
kelimelere ve o yüze haksızlık olurdu. Onu tanıdıkça her gün kadar’ın sonuna
yeni kelimeler buldum. Hiçbirini de koymadım.
Bir takı kuyruğundaydık, hemen önümdeydi. Kadar’ın sonunda
hâlâ bir kelime yoktu.
Aralık akşamında, ona çarpıldığım 16 aralık 2010 akşamında,
o cümleden sonra, aklımda uçuşan, depremde kaçışan yüzlerce kelimeden
bazılarını yakalayıp yan yana getirmiştim. “Re. Bundan daha eminim, adını
bilmediğimden isim vermek kolay. Ben şairim böyle akşamlarda, şairken işim ne
olacak bir güzel isim vermekten başka. Bir nota. Ah, başım etrafında dönüyor
dünya, başım içinde onca kelimeler dönüyor. Neden Re diye sorma bilmiyorum.
Bildiklerimi unuttum en baştan.”
Herkes çifti tebrik ediyor, bir de fotoğraf çekiliyordu.
Kuyruk ilerlemiyordu. Hemen önümdeydi. Delikanlı da yanındaydı, ekimin bir
akşamında aradığımızı bulduğumuz bir arkadaşı da. Uzun zamandır
görüşmemişlerdi, konuşuyorlardı. İzliyordum. Sabahları uyuduğunuzdan daha
yorgun uyandığınız gecelerde gördüğünüz bulanık rüyalardan biri gibiydi. Hemen
yanındaydım. Beni görmüyordu. Sesim çıkmıyordu üstelik. “Merhaba” diyecek gibi
oluyordum, yüzümde bir tebessümle bana dönmelerini bekliyordum. Re beni
görmüyordu, bulanık rüyalardan biri gibiydi titriyordum.
Sonsuza kadar sürecek gibi duran takının üç yıl öncesinde,
haziran iki bin on üçte Re arkadaşlarıyla kampüsün bahçesinde bir bankta
oturuyordu, nihayet onu görmüştüm. “iki ay sonra ben yokum” diyeli iki ay
olmuştu ve yok olmak üzereydim. Üstelik KPSS’ye hazırlanması yüzünden bitmek
üzere olan üniversiteyi iyice boşlamıştı. İki ayda pek az görmüştüm onu. Ne
zamandır onu görmeyi bekliyordum, kendimce veda etmek istiyordum ona. Ufak bir
hatıra verecektim. Sadece 2000 adet basılmış ve numaralandırılmış, Sabahattin
Ali’nin Kürk Mantolu Maddona’sının 70. Yıl özel baskısından almıştım ona.
Alırken dahi mutluluktan gözlerim yaşarmıştı.
Bir türlü denk gelememiştik, verememiştim. Günlerdir yanımda dolaştırıyordum. Hemen yanına gittim, arkadaşlarla bir arada muhabbet ediyorduk. Bir arkadaş fotoğraf makinesiyle her birimizi çekiyordu. Silinen bir fotoğraf vardı aklımda, verilen bir söz, gel beraber bir fotoğraf çekilelim, diyecektim. Demedim. Bir süre sonra ders vakti gelince sınıflara dönecektim. Hepimiz ana binaya yöneldik, ben zemin katta kalacaktım, onlar birinci kata çıkacaktı. Re’nin yanındaydım binanın arkasından girdiğimiz uzun koridorunda. Havadan sudan laflıyorduk, adımlarımı ağırlaştırdım, bilerek arkadaş kalabalığının gerisinde bıraktım ikimizi. “Hatırlıyor musun” dedim, “Doğum gününde rastlaşmıştık, o gün sana bir hediye verememiş olmak hep içimde kaldı. Bugün sana bir şey vermek istiyorum. Bir hatıra. Hediye değil hatıra.”
“Yok, olmaz, alamam” muhabbeti oldu ilk önce, fazla
sürdürmedi, “tamam” dedi. “çantamdan alıp geleceğim” dedim, o merdivenlerden
sınıfına çıktı, ben aceleyle kitabı almaya kendi sınıfıma, çantama yöneldim.
İlk sayfasında bir tek tarih atmıştım ve sadece adına imzalamıştım. Hiçbir şey
yazmadan. “Sevgilerle” vesaire yazmadan.
Merdivenleri çıktım, yanına gittim. Sınıfa girmiş yerine
oturmuştu. Başına gittim, “dışarı gelsene, şimdi burada herkesin arasında
vermeyeyim” dedim. Dışarı çıktık, bir köşede durduk.
“Sen geldi benim deli köşemde durdun/ Bulutlar geldi üstünde
durdu/ Merhametin ta kendisiydi gözlerin/ Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir
yağmurdu/ Bulutlar geldi altında durduk yazmış” Sezai Karakoç Köşe şiirinin
üçüncü bölümünün başında ve bu köşede bir tavanın altında Re’ciğimin gözlerine
son defa doyasıya bakıyordum.
“Bu kitabı görünce, sana almak istedim” dedim, “bir uzun
hikâyedir, yani novelladır Kürk Mantolu Madonna ve yetmişinci yılına özel
basılmış ve numaralandırılmış” dedim, numarasını gösterdim. “Bu çok kıymetli
bir hediye ben bunu kabul edemem” dedi. “Hediye değil hatıra” dedim bir defa
daha. Önceden karar vermiştim bu ayrıma, bir hediyeyi kabul etmezdi, ama bir
hatırayı reddetmezdi. Onu tanımıştım.
Reddetmedi. “Bu hatırayı ömrüm boyunca saklayacağım ve sınav
bitince hemen okuyacağım” dedi.
Artık hiç yapılmamış bir antlaşma ve yahut hiçbir şey
umrumda değildi. Sadece varlığıyla dahi hayatımı baştan aşağı değiştiren birini
yitiriyordum. Aklımı yitiriyordum, çocukluğumu yitiriyordum. Son çocukluğum,
diyordum o zamanlara ve yitiriyordum. Yitirmeyi seçiyordum. Bir tercihti evet,
verilen hatıranın bir son olduğunu ikimizde biliyorduk. Günlerce uğraşarak
yazdığım bir mektubu da vermemeyi tercih etmiştim. Herşeyi anlatmak yerine,
söylemek ve yahut yazmak yerine, ancak bu hikâyeye yakışır zarif ve naif bir
hatıra.
Öylece gitmedim. "Oku mutlaka, çok güzel bir
hikâyedir" dedim. Sonra, elini iki elimin arasına aldım, gözlerinin en
içine baktım. Gözlerimin ta içine baktı, "ölülerin ne için
yaşadığını" anladı mı bilmiyorum, ama beni anladı. Sadece ömrünce mutlu
olmasını, diledim. Seni seviyorum, bile demedim. Ama öyle güzel söylemedim ki,
neredeyse söylesem fazla kalacaktı. Dünyanın en güzel iki sözcüğüdür oysa yan
yana, ama söylemedim. Bir cevap veremezdi, söyleyebilecek hiçbir şeyi yoktu,
bir başkasını seviyordu ve biliyordum.
Ben ötekiydim.
Sonra merdivenlerden aşağı indim, sınıfıma gittim. Dersin
bitimine doğru telefonum titredi. Re'den bir mesaj gelmişti. Sınıfımı sordu,
söyledim.
Allah biliyor ya, ilk aklıma gelen, herhalde yeterince
teşekkür etmediğini düşünüyor ve beni yeniden görmek istiyor oldu. Herhalde
koşup sarılmayacaktı, ama birkaç güzel kelimeyle veda edecekti.
Sonra, bu naif son yerine, daha güçlü bir son geldi aklıma.
Herhalde tam da hikâyenin sonunda kan akacaktı. Tamam olacaktı. Delikanlı bu
kitap meselesini öğrenince, bu kadarı da fazla diye düşünmüş olmalıydı.
Herhalde Re'den mesaj atmıştı. Sınıftan çıktım, arkamı kollamak için, sırtımı
duvara yasladım, beklemeye başladım.
Ne oldu? Burada yazarken hikâyenin sonunu değiştirebilirim
aslında. Bana kalırsa kan akmalı bu öyküde, belki de bir bıçak kınından çıkıp
da parlamalı ve yahut yumruk yumruğa bir dövüşün sonunda, yere yıkılmalıyım.
Öyküyü tam da orada bitirmeliyim.
Ama böyle bitmedi. Sırtımı duvara yasladım ve beklemeye
başladım. Merdivenlerden inen arkadaşlarıyla beraber Re'ydi. Gülümsedim. İlk
düşündüğüm doğruydu demek ki. Koştu ve sarıldık- hayır, hayır. Bana doğru
geliyordu, gülümsüyordum, ama Re gülümsemiyordu. Bir yabancıya, hiç kimseye
bakıyordu.
"Bu kitabı kabul edemeyeceğim" dedi,
"neden" diye sordum, "nedenini biliyorsun" dedi. "Sen
bilirsin" dedim, kitap elimdeydi. Arkadaşlarının yanına döndü ve gitti.
Elimde kitapla kala kaldım.
Neden? İki defa neden diye başlayan soru sormuştu bana. Bir
defa hastane yatağında yatarken sormuştu, "neden sen hiç
konuşmuyorsun" diye. Bir defa da bir koridorda. Karşıdan geliyordu
delikanlıyla, görmemeye çalışıyordum, dayanamıyordum. Kafamı eğmiştim,
görmezden gelecektim, yanlarından hızlıca geçecektim. Önümü kesti Re'ciğim ve
muzip bir çocuk gibi sordu: "Neden bizden kaçıyorsun?"
Her iki sorusunun cevabını da vermiştim işte ve bu defa ben
sormuştum "neden" diye ve cevabı en keskin bıçak, en sert yumruk, en
acımasız ve anlamsız sondu. Nedenini biliyorsun, demişti, bilmediği onca şey
vardı oysa, söyleyebileceği de onca şey vardı, sadece iki kelime söylemişti.
Benim hatıram bile kalmamalıydı, ben kimse değildim. Gitmişti.
Birkaç gün sonra, son final sınavından sonra kordondaki
çimlerde bütün sınıf oturacaktık. Delikanlıyla beraber gelmişti. Ben artık bir
yabancıydım. Geniş bir çember oluşturmuştuk ve Esra ile Yakup'un yanında
oturuyordum. Re ile delikanlı kalktılar, Re Esra'yla vedalaşmak için yanımıza
geldi. Bir çember şeklinde oturduğumuzdan arkamda kalmıştı. Esra ile
vedalaşıyordu. Gidiyordu. Ona çarpıldığım akşamda, onu Re olarak ilk defa
gördüğümde yanında Esra vardı, şimdi arkamı dönseydim, son defa gördüğümde yine
yanında Esra olacaktı. Ama diyecek birşeyim yoktu. Ben bir yabancıydım o akşam.
Gitmişti.
Takı kuyruğunda delikanlı ve diğer arkadaşla hemen önümde
konuşurken, içim titriyordu, ama içimin titremesini saklamasını biliyordum ve
yüzümde bir gülümsemeyle bekliyordum. Üç yıl geçmişti, bir merhaba demeye
hazırdım her ikisine de. Onlara bakıyordum, ama herhalde orada yoktum.
Görmediler beni. Sonra vazgeçtim, başımı çevirdim ve Re bir an baktı.
Farkettim.
"Kuyruk bitiyor, hadi yerimize geçelim" dedi
delikanlı, kuyruğun en arkasına gittiler.
Kuyrukta nihayet sıra bana geldi. Hikâyelerine bir vesile
olduğum için, nikahlarına şahit olduğum Esra ile Yakup'u tebrik etmeye yürüdüm.
***
14 Nisan 2015
“Güya buraya bir daha
asla gelmeyecektim.”
Yazmaya başlamak için
ne doğru bir cümle, yazık, ancak bir alıntı olarak bu defterin başında duruyor.
Müellifini bilmiyorum, İstiklal Caddesinde bir Amerikan kahvecisinin
tuvaletinin kapısında gördüm. Bir kitaptan yahut filmden bir alıntı mı, yoksa
isimsiz bir kimsenin kendi pişmanlığı mı bilmiyorum. Ezber hafızam iyi değil,
belki de çok iyi bildiğim bir cümleye yeniden tesadüf ettim ve tuvaletten çıkıp
da deftere geçirene kadar ezber ettim.
Tuvalet duvarlarında
ve kapılarında böyle bir cümleye sanırım ilk defa rastladım. Bayağı ve
bayağıdan da bayağı yazılara aşinayım, ama böylesi yalın bir cümleyi birine o
tuvalet kapısına yazdıran nedir? Öte yandan tam da “Grand Rue de Pera”nın
benzersiz ruhuna sıradışılık aslında.
On çeyrek vapuruyla
Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtim. Kadıköy’de tarihi iskeleye bakarken benden önce
bu vapura binmek üzere buraya gelenleri, özellikle de yazarları ve şairleri
düşündüm. Neşeli, demli, gamlı, heyecanlı, halde yahut sadece monoton bir
parçasında o iskeleden vapura binen onca yazar ve kendinden başka pek kimseye
yazamamış bir ben beraberce bindik vapura.
Böyle düşünmedim, hepsiyle
beraber bu vapura bindiğimizi düşünmedim aslında, ama elimde taşıdığım “İçimizdeki
Şeytan” romanıyla beraber Sabahattin Ali aklımdaydı. Geçen gün kız kardeşimin hatırına
gittiğim romantik komedi filminde “Kürk Mantolu Madonna”dan yapılan alıntıyı
hemen hatırlamıştım, konunun ortasına bir bıçak gibi soktuğum parantezle anmak
istedim, bir şarkıda kendini dinler gibi okuduğum novellayı.
*
Yazdığım yerde
tıkanınca durdum. Galata kulesine dek yürüdüm, sonra geri döndüm. Şimdi
lezzetli bir âdet üzere su muhallebisi yiyorum bir başıma.
Eğer kendi lafımı
kendim bölmeseydim, Beşiktaş vapurundan İstanbul’a bakarken aklıma gelenleri
yazacaktım.
İstanbul’da olmak
benim için bir vuslat, bu caddede yürümek ise neredeyse meşk. Vuslatsız senelere
aşina olarak, en büyük, en güzel, en sahici, en güçlü vuslatım bu şehre
kavuşmak oluyor. Vapurda tarihi yarımadaya yahut Pera’ya bakarken yakında yitireceği
sevdiğinin yanına, yitireceğini de bilerek, gitme halini yeniden yaşadım.
İki sene önce nisanda,
bu hisle tırmanıyordum Re’ye gide merdivenleri, vapurda hatırladım. Şimdi de
duyuyorum hatta, nasıl bir hüzünle çıkardım merdivenleri, heyecanlı bir
hüzünle. Sonra yanına vardığımda bahar olurdu, ayaküstü konuşmanın ardından
gelecek güzü umursamayan bir bahar. Gelirdi de o güz her defasında, boğaza ve
kelimelere gelir otururdu. Böyleydi benim sevgim ve belki de bu yüzden
seviyorum ben bu şehri.
Yazmak istiyorum. Evet,
özellikle bir novella haline getirmeyi iyice kafama koydum 16 aralık 2010’da
başlayan hikâyeyi. Neredeyse yaşanmış bir hikâyeyi kâğıda geçmek olacak. Korkutucu
olan ise, aslında hiç yaşanmamış olması. Eğer yaşanmış olsaydı, Re de bilirdi
bütün hikâyeyi. Bugün biri ona sorsa, herhalde beni bile zor hatırlayacaktır. Hatırladığı
ise, düşündüğümden başka bir ben olacaktır.
Bu yüzden eğer bir gün
yazarsam, yazdığım bir kurgu olacaktır. Her şeyi kendi kafamda kurup yaşadığım
bu hikâyenin kağıda geçirilmesi, hele de unutulan boşlukların yeniden
doldurulmasıyla ve hakikatin çırılçıplak yazılamayacağı gerçeğiyle ancak bir
kurgu olacaktır.
İlk olarak bunu
yazmalıyım Allah ömür ve izin verirse, sonra başka şeyler de yazabilirim
sanıyorum.
Şimdi aklıma bence
korkunç bir ihtimal geldi. Yazmayı kaderim sanıyorum, ama Re’yi de kaderim
sanıyordum. Bu defa da yanılıyor olabilir miyim? Böyle olmadığını sanıyorum,
umuyorum, diliyorum.
*
Gezi parkında çay
içiyorum. Re’yi yitirirken başlayan direnişin ilk kaç gününün masum olduğunun
hesabı bir yana dursun, ben bu ağaçlar kesilmesin diye Alsancak’a gittim. Şimdi
bir ağacın altında çay içiyorum. Bir gün yine yıkmak isterlerse bu parkı, yine
de eyleme giderim.
Her roma bir gün
yıkılır, yazdım geçen günlerin birinde. Buradan başlayan isyan iktidarı
yıkamadı, ama bir gün onlar da günahları ve sevaplarıyla gidecek.
İktidarı yıkamasalar
da bir çağ değiştirdiler burada. Başarısız bir devrim böyle başarılı olabilir
mi?
Olur. Türkiye’de hep
olmuştur. Yarım kalan devrimlerin ülkesiyiz biz.
Belki de
bu yüzden neredeyse her birimizin de, kendi içinde yarım kalmış bir hikâyesi
vardır.
NUWANDA derki "Düşler alemine dal; yoksa bir slogan seni de devirir.
YanıtlaSilYüreğine güven denizler tutuşsa da.
(Ve aşkla yaşa yıldızlar geri çekilse de.) benim BÜYÜK BAŞKANIM hikayede RE yazarın kalbinde çalan bir notaydı tınıları yüreğinden akan yüreğine sağlık
Eyvallah sayın büyük başkanım, ne güzel bir yorum yazmışsın. Senin de yüreğine sağlık.
YanıtlaSilÖyle bir his ki, öyle bir duygu ki, öyle bir yaşanmışlık yada yaşatmışlik ki okuduğum her cümlende kendime ciktim, kendime her ciktigimda gormemis olduğum benler ile karsilastim, ardimda biraktigim acisini yasadigim her sevgi(li) ye aşk denen duyguyu yasattiklari icin teşekkür ettim. Sonuna kadar bir tarafima tebessümü diğer tarafima hüznü aldim öyle okudum şaheserini. Öyle bir şaheserki, "Eğer ruh bir madde olsaydi görülebilir dokunulabilir olsaydı ne olurdu??" sorusuna göz yaşı olurdu diyebilecek kadar dokundun ruhuma. Mutlulugumuzda ve mutsuzlugumuzda o degilmidir yanımızda olan...? Şu anda kulakligimda tekrarlarca calan o şarkı var. "... Belkide aşk dediğin erişilmez olmali... ". Güzel yüreğine Güzel ruhuna sağlık seni tanıdığım için çok mutluyum Üstadim...
YanıtlaSilÇok çok memnun oldum, içinizde bazı hisler uyandırabilecek bir şeyler yazabildiysem eğer. Üstat çok çok uzağında olduğum bir ünvan ve bu uzunca hikâye de bir şaheser olmanın bir kaç düzine gömlek uzağında. Yine de birgün, benden geriye kalacak, benden uzun yaşayacak bir hikâye olması için çalışacağım. Güzel yorumlarınız bu çaba için bir şevk verdi. Çok teşekkürler.
SilYorucu ve ağır olsa da, çok bildik platonik aşk hikayelerinden birisi ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sürrealizme çalan ifadeler daha profesyonel kılmış çalışmanızı değerli kardeşim. Zevk alarak okudun. Kaleminmize sağlık. Bir kitapta okumayı da arzu ederim bu ve diğer hikayelerinizi. Kaleminize kuvvet
YanıtlaSilO eski uzun hikâyelere, novellalara benzer bir çalışmaydı hocam, türe yakışan şekilde platonik/naif bir aşk hikâyesinin günümüzde ve üniversite sıralarında geçen bir denemesi. Çok teşekkür ederim değerli yorumlarınız için.
SilKürk Mantolu Madonna’nın konusunu geç farketti sanırım. Trajikomik. Fakat neresi tragedya, neresi komedya tabii ki bana düşmez, Isabellalar Columbinalar.
YanıtlaSilBenim için gerçi her zaman, her zaman ve her zaman Saatleri Ayarlama Enstitüsü ilk sıradadır. İlk onu hediye ederim. Bergson’un durée’si, élan vital, Türklük bir coğrafi gusto vs diye açıklamaya girişirim. Çok ta fiyakalı, aşk nefret ilişkim olan bir İngilizce önsözü vardır, bazen sever, bazen de ithal yetmez ama evetçi, siktir git buradan derim.
Gerçi Türk Edebiyatını tanıtmayı arzuladığım insanlara Kürk Mantolu Madonna hediye ettiğim de oldu, anladılar, anlamadılar. Tabii benimki beyhude ve çoğunlukla akademik dertlerdi.
İngilizce introduction’ında nefret ettiğim nokta özellikle Saat Kulesi dikme kısmı. Tarihi saat kulelerinin bir çoğunun Abdülhamid II’nin bilmemkaçıncı tahta çıkış kutlamaları için yaptırılmasını geç, Kemalist ideolojinin modernleşmeyi kendisiyle başlatıp, öncesini yoksaydığı tezi doğru kabul edip, onunla da geri Kemalizme saldırması ki nereden tutsan elinde kalır. Buna da üstelik reformlar arasındaki akışın kopartılmasını eleştirip, terkipe ulaşmayı hedefleyen bir yazarın kitabını alet etmesi..
YanıtlaSil