Ana içeriğe atla

Yazgının arkası.

Gölgesizin gölgesini gördüm tanıdım, yazısından tanıdım, hem de hazirandı. Hem de nasıl birgün, evvel zamanda bir yazda, beraberce yüzün, yeldeğirmenlerinin, bilincin arkasını dolaşmak üzere hikâyelerimizin kesiştiği dostların hikâyelerini birleştirdiği gündü. Ben de hiç bitmeyecek bir hikâyeme bakıyordum. Önceydi.

Sonra gölgesizin gölgesini yazısından tanıdım, sıcaktan yakındım. Sanırım hacivattı. Güzü övecektim vazgeçtim.

Ne tuhaf hikâyeydi, yazdım. Beni hiç yazmaya çağırtmamıştı, yazdığımı bile bilmiyordu. Onu gördüğümde bir nota gördüğümü bilmiyordu. Neyi bildiğini hiç bilemedim. Beni nasıl bildiğini bile, oysa ölmedim. Açık uçlu bir hikâye değildi, üçüncü şahsın hikâyesiydi. Yazılmamış bir novella. Yazılmadığı için hiç olmamış. Çünkü içinden kırmızı geçmeliydi, yazılması için, ama geçmedi. Öfkem hiç dinmedi kırmızının yokluğuna.

Karşımdaydı yine. Yüreğimi duyuyordum yine. Yazgının arkasını dolaşan üç arkadaştan ikisi, yolunu, yazgısını, hikâyesini birleştiriyordu, üçüncüsü (ve sanırım bendim) kendi sonsuz bitmez hikâyesinin üçüncülüğünün içine düşmüştü. Yazgısı tuhaftı. Kendi yenilgileri defalarca yeniden önüne çıkıyordu. Karşımdaydı yine. Sırtı dönüktü, bildiğim gülümsemesini görmedim. Dünya sarsılıyordu, yer titriyordu, yüreğimi duyuyordum. Bir sınıfın önünde, bir hastane odasında, bir otobüs durağında, bir şehir meydanında, nerede olursa, her gördüğümde olduğu üzere içim titriyordu.

Hikâye içinde hikâye, herkesin bir ve yahut birden fazla hikâyesi vardır. Bazı hikâyeler, dramatik kurgusunu tamamlamak, hassas okuru etkilemek üzere hikâyenin sonunda kan akıtır.

Bazı hikâyeler ise sonsuza kadar yarım kalır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi