Ana içeriğe atla

Yarım yazılar.

Bugün
Yarım yazılar. Çünkü ne yazsam yarım kalıyor ne zamandır, öyle. Öyleyse, zamanında blogda yarım kalan parçaları bir araya getireyim dedim, yaşadığıma dair bir işaret olsun. Yaşıyorum. Kâbuslar görüyorum, içinden çıkılmayan labirentler, sahte uyanmalarla dolu kâbuslar. Sizin sahte sevmeleriniz varsa, benim sahte uyanmalarım var. En sonunda küçük rüyadan, büyük rüyaya uyanıyorum bir şekilde. Hangisi gerçek? Hâlâ büyük olanı. Kelebek değilim ben.
***
6.1.2010
Eskiden birini severdim, yağmurlu havaları sevmezdi. Şimdi ben biliyorum, yağmuru seviyorum, şimdi ben kendimi biliyorum, daha önce bilmemiş gibi. Ben seviyorum, tüm o kelimeleri, kedileri, tınısını koklamayı bir şarkının, bir kelimeyle acemice oynamayı, hep acemi olmayı.

Sevdiğim tüm kadınları daha seviyorum bugün. Hatıralarının hangi uçsuz bucaksız sokaklarında unutmuş olurlarsa olsunlar, hangi haritanın hangi bilmediğim köşesinde kime uzanıyor olursa elleri... Olsun.

Kelime işçisi olduysam onlar yüzünden, düşçü ve daima kayıp bir arayışın müptelasıysam...

22.1.2010
Gözlerim yorgun. Görmekten usanılır mı, neredeyse usanmışım. Öyle ya bir gecede büyüdüm ben, hep gecelerde büyüdüm, ne geldiyse başıma geceden geldi, gece geldi. Ama şimdi gün, hava buz,

1.2.2010
gök gürlüyor, şubat geldi, fırtına. ben mart'ı bekliyorum, ben hep mart'ı bekledim sanki, martı kadar umarsız. aç, bi ilaç, susuzluktan dudakları ve kelimeleri dahi çatlamış. düşleri kırık, tüm dünler ve tüm yarınlar, ben mart'ı bekledim.

sevmek kadar kayıp kelimeleri, kediler çizdi elime kaderimi.

14.3.2010
Mart.. Sanırım en sevdiğim ay, ya da en "yaşadığım" ay, yaşlandığım ay çoğu zaman ve kördüğüm.

Kördöğüşü. Gece esintisi. Sahi ben bu ayda çok sevdim, çok yanıldım, ben çok yanıldım, sanki yankı gibi duvarlara vurarak, dalga misali.

1.4.2010
Dün akşam'dan kalma


Bir bahar akşamı, bir arkadaşa rastladım, tatlı bir hüzün ve korkunç bir yabancılaşma içindeydim. Az kelimeyle konuştuk ve çok sustuk, ağzımda kahve tadı vardı, kelimelerin aslında anlamı yoktu. Ne dediğimi neredeyse şimdiden unuttum, nedensizce söyledim, olmasa olurdu.

Şimdi az

7.6.2010
Doğu'nun ortasında, herşeyin içinde, kavga'nın meydanındayız.

29.11.2010
Yanında kör, burada yandığım kelimeler tütünü'nün koruyum. Ahmed Arif'in çığlığı üzere "ellere nesi?".

Bilmezsin, tüm şairler ve kıpkızıl bir gece kızıyor, kızıyor ve yanıyor.

"Sana nesi?"

21.12.2010
"Re" kim bilmezsiniz ve benden fazla bileniniz vardır. Re, bu satırları okusa kendini tanır sanırım, ama o beni göz aşinalığı hariç, hemen hiç bilmez. Bu satırların yolunu bilmez, öyle ise yazabilirim.

"Re. Sanki bir nota kadar."

Aralık'ta bir gün bu satır kendini yazalı az oldu, "Re" deyişim, isim oyunu değil, bilmediğm isminin yerine yazdığım
adıdır.

12.3.2011
Düz yazacağım, bu konuda son kez yazmak üzere. Düş görmüyorum, ne olduğumu biliyorum, ben yine şiir yaşıyorum, bir şiir içinde yaşıyorum kalabalık ortasında, düş ediyorum, kırılıyor her an, her gün daha.

Gözleri gözlerime değince, birşey oluyor, felaketim değil belki, ama ismi yok bir duyumsama. İsimsiz bir sevda duydum, en başta ismini öğrenmek istiyorum şimdi, ona Re dememek için. Ona diyecek birşeyim yok, sonsuza kadar konuşup, bir sonsuza kadar daha da dinleyebilirmişim sanıyorum ama, iki sonsuz bir an etmiyor gerçeğinizin dünyasında. Onun için sadece bir "merhaba". Sanıyordum, ama.

Ben bir çocuk kalmak düşünden bahsederek, içimde çocuk kalmışım, gerçeği kırıyorum içimde, herşeyi değiştirip usuma katlanılır kılıyorum. Dış dünya, katlanılmaz oluyor daha fazla, ama ben çok dert gördüm de, aşikare "üçüncü şahıs" olmamıştım, felaketim oldu.

Ama, adam onu çok sevsin istiyorum, neden mi. Boşuna düşmüş olmayayım bu puşt duruma, yoksa size şövalyelik yapmıyorum, siz kimsiniz bilmiyorum, ben türkçe yazılıp, türkçe okunan bir don kişot, yeldeğirmenine aşığım ama ben, elimde de kalemim.


Gözleri gözlerime değiyor bâzan, an bâzı. İşte, bir an sonsuz etsin istiyorum, bunları sadece onun için yazıyorum, Re'yle gözgöze geldiğim bir anın resm'idir bu, ne yazık harflerle çizebiliyorum ancak.

Bir zaman bir defter ucuna yazdığım devamı gelmemiş iki mısra düştü aklıma:

"Re'yi yazmak
keman sesini çizmek kadar"

Devamı olmayan, ik mısralık bir şiir bu, şimdi anlıyorum. Sevdiğim kadınlara, şiir yazmak için eski bir olmamış şair isem ben, işte o iki satır, Re'ye şiirim.

Bu konuda son kez yazdım, ellerim aşina demiştim ya, yine de nasır tutmuyor düşkırıklarına, onun için nesir tuttum.

18.5.2011
Mor bir umut ve hemen ardından yine mor bir düşkırılması. Ama biliyordum, mor sadece bir renk değil, dün yüzümün önündeydi, dün yüzünü gördüm. dün sesini duydum. Tüm sokaklarda, hep yürümek istiyorum, konuşmak kendimle, ona söyler gibi. Ona söylemeyeceğim, bugün değil, çünkü bugün biliyordur, bilmiyorsa söylemem kelimelere yazıktır zaten. Bir yarın, unuttuğunda belki. Söylemeyeceğim, daha geçen gün yazdım.


En uzak yakındı dün,

11.6.2011
Haziren böyle birşey, uzunca günlerin ayı. Uzun uzadıya cümleler gelmiyor aklıma, yaşanmışlıkların yorgunluğu desem değil, yaşanmamışlıkların kırgınlığı üzerimde. Kırgınlık dediysem, ben dahi kimseye değil, ağaç dalının çok eğilip kırılması gibi.

16.10.2011
içimde olanı ve içinde olduğum durumu "anlatamıyorum". elbette, "bir yer var; herşeyi söylemek mümkün", ben de  "biliyorum", ama o yerin adını bilmiyorum. adını verdiğim, körlüklerimi bozup, görmelerimi yordukça, bir süre daha ben böyle olacağım sanırım. içimden çığlık atmayı, iyice öğreneceğim.

13.11.2011
Sen gülümsedin. Öncesi mi, sonrası mı, ben miydim yorgun bir isa. Tarihi bölmedim ikiye, hiçbir denizi de, demek istediğim küskün bir musa değilim, ama tarifi olmayan bir hâldeyim. Sen güldün. Öncesi, sonrası yok. Sen güldün ve zamanı kırdın, aceleyle soluk alıp veren zamansız bir hızır gördüm. Aralık, ağustos, kasım; ayların adı değiştikçe, zamansızlık sürdü, sevda büyüdü. Âh edince, gül büyüdü. Sen öyleye baktın, masumca, adı olmayan bir bakmak, yangınlıktı zaman, sana terimi gösterdim. Ateş ortasında bir ibrahim değildim, ama her yer yangındı. Gün, yangındı.

21.11.2011

"yazamadığımın gölgesi gece vuruyor" yazdım, oysa yazmak istediğim güzel kelimeler değil, kelime oyunları değil, yazmak istediğimi bilsem de, adını bile yazmayacağım. yazdıklarımın okunaklı olmasını da umursamıyorum, aklıma ne gelirse ve nasıl öylece yazmalıyım. zamansız bir günlük tutacağım, ya da yazdığım notlardan alıntılar yapacağım.

Kasım soğuk, epeski bir araba çürüyor.
*
Kelimeler çoklar, kalabalık çoklar, uğultu.
*
Zaman sonu eksik bir. Ancak o kadar değil, ama biraz o kadar.
*
Benim suskunluğum büyüdü. Kafam çamur gibi ve uykum var.
*
Bugün bıçakaltı soğuğu'ndan haber geldi. Yine narkoz.
*
Birşey oldu, ellerime yabancılaştım. Bir yandan bunları yazıyorum, bir yandan yazan eller benim değilmiş sanıyorum.
*
Hissizlik. Sabah oturdu içime. Sürüyor. Akşam şimdi, ağız dolusu küfretmek istiyorum.
*
Ama birgün... Hep, ama birgün, ama bugün?
*
Gözümün ağrısından duramaz ve yazamaz oldum. Yazsam, yalan yazacağım. Eğer yalan yazmazsam, çığlık yazacağım.
*
Körlük ve gözağrısı devam ediyor. Bir çığlık büyütüyorum içimde.
*
Bir an geliyor, kör olmaktan yüzüm düşüyor. Oysa, ne güzel giyinmiştim.
*
Ekim. Yeni bir ay, kopkoyu güz.


yeniden eskiye gidiyor notlar, ekimin başlamasıyla da bitiyor. "eğer yalan yazmazsam, çığlık yazacağım." yazmışım. işte bu yazdığım, yalansız, yazıdan bir çığlıktır. kasımın onüçünde aldığım not aşağıda değil. çünkü, bu gece yazamadığım zamirlerden yapılmış. birgün, zaman eskir ve yazı yine de yeni kalırsa, belki o gün, başka bir aşağıda olur. bilincim aşağısı, keskin.

öyle ise, ekim ortasından bir not aşağıda.

içimde olanı ve içinde olduğum durumu "anlatamıyorum". elbette, "bir yer var; herşeyi söylemek mümkün", ben de  "biliyorum", ama o yerin adını bilmiyorum. adını verdiğim, körlüklerimi bozup, görmelerimi yordukça, bir süre daha ben böyle olacağım sanırım. içimden çığlık atmayı, iyice öğreneceğim.

körlük yapmaya çalıştım, ama ellerim korkaktı, yapamadım. ellerimi aşındırmayı öğrendim. elbette bu görmeler görmek değil, elbette gözağrısından bir fazla değil, elbette. belki de, başka birşeydir, yalan yazmış olmayayım, kendimi yalanlamaktan başka yaptığım şey yok.

gözüm sancıyor.

12.12.2011
cumanın ertesi, bu cumartesi, bayramsız arefe'den ne uzaktı. araf'tı, yazmayacaktım, ama araf yazmadan arada kalmışlığımı anlatamam. aklın arasında, bir orada bir burada aynı sokakta dönüp durdum. kendine bakmaktı aynasız, biraz da kendimle konuşmak, seslice. ne yapayım, zaman durmuyor, kimse sormuyor, aylardan aralık, aralık da durmadan onaltısına gidiyor, ne yapıyorsun, diye, kimse sormuyor. ne yapayım, hiçbirşey yapıyorum, başağrısını başımda taşımaktan başka birşey yapmıyorum bugün. cumartesilerinde ertesi günleri vardır, ben bunu yalanlarcasına aynı sokağa gittim yeniden. arefe günü de o sokaktan geçmiştim, bayram olmamıştı. bayram olmayacağını biliyordum, adım gibi biliyordum, adını verdiklerim kadar biliyordum, ama umut. ummak, bitmeyen yolculuğum. yolcu'luk da bitmeyen ruh hâlim olduğundan, her halde bir ömür umacağım. bugün pazar ertesi, arefe bir pazartesi bayramsız kalmıştı, o pazartesinden bugüne bin yıl oldu deseler şaşırmam.

2.01.2012
Nerede bıraktıysam, oradan başlamalıyım.

"(...) Onun için kendimden kaçmak için değil, kendimden koşmak için, kendikendime konuşmak yerine, yabancı kimse'lerle, hiç hatırlanmayacak kelimeler konuşuyorum." 

Başlamalı mıyım? Bıraktığım yerden mi başlamalıyım? Başlamak denmez ki buna, hemen hiçbirşeye başlanmaz. Belki birşeylere başkalanır. Belki de sadece kelime oynuyorum. Oynuyorum, ama kendimi oynuyorum, daha abartılı mimiklerle belki.

Bir ara, aşağıdakini yazmışım, başka yerde paylaşmışım.

"(...)istediğini bilmeyen biriyim ben, bildiğim istediklerimi de gerçekleştirecek güç yok. kararsızlık, eylemsizlik, tembellik, hepsi bende. böyle yazdığıma bakmayın, ayıptır söylemesi, kendime olan guvenimin de oturduğu zamandayım, belki de zaten bundan yazıyorum, kendim olabiliyorum artık. insan nasıl başkası olabilirse, öyle derler ya, "kendin ol". her zaman kendin'sin oysa, neysen o da sensin. edebiyatın varlığından beri söylenen "maske"ler var ya, maske'ler aslında yüzündür, ya da yüzün olur bir süre sonra. kendini tamamen saklayabileceğin bir kişilik yaratamazsın ki. sonra hergün başkalaşırsın, kendini tanıman bile günden güne eksik kalır. bir süre sonra, yüzünün şekli oturur. belki de toprak'tan yaşatıldığımız için testi gibi zamanla oluyoruz. sakın oldum diyorum sanmayın "olmaz"ım ben, yabancı'yım ben. iyi insan da değilim, insan olmak yolunda, günahıyla sevabıyla, dengesiz bir dengede, bir kimseyim. insan olamadan, toprak olacağım belki, ama adam olmayacağım.(...)"

Benim derdim, iddialı cümleler belki. Yazdığım cümleleri yaşayamıyorum pek çok zaman. O zaman, yazan ben ile yaşayan ben bölünüyor, iki ben oluyor, kendikendimi yenip yeniliyorum.

Öyle. "Kendimden koşarken", ikiye bölündüm, geçen zamanda. Kendime uzaktan baktım, kendime içten kızdım. Sonra, barıştım. İnsan, kendisiyle barışmayıp ne yapacak?

Kendisiyle barışıp ne yapacak? Hele "kendisiyle barışık" deyimini hiç sevmem. İnsan kendisini sever elbet, bu göz benim gözümdür, ne güzel, der. Der, demez değil, ama insan kedisini de sever örneğin. Demeyip ne yapacak?

Hiçbirşeye başlanmaz, hiçbirşey bitmez derken, zamanın bir yanılgı olduğu geldi aklıma. Aklımızın yarattığı bir yanılgı. İnsanı bir'den ayıran şey, zaman denilen. Bir'i parça parça edersen, zaman geçtikçe, sen bile iki parçaya bölünüyorsun işte.

Hiçbirşey bitmez. Belki sadece bir yanılgı daha. Birşeyler bitiyor değil mi. Soru işareti'yle hâlâ barışamadım, çünkü hiç küsmedim. İnsan, soru işaretine darılıp ne yapacak?

Kendim olabiliyorum artık yazmışım. İddialı, yalan da değil, ama doğru da değil. Mesela geçen gün, bir arkadaşa kendimi yazarken olabildiğimce, yekpâre kendimdim. Fazla kendimdim, belki, sonra gece oldu dilim şiirlendi.

Şiir yaşamak benim gerçeğim. Şiir yaşar gibi, fazla kelimlerden azade bir hayat yaşıyorum. Ama, yaşadığım hayat kendimin ki değil de, yazdığım hayat kendimin ki gibi hissediyorum. Özellikle, ötede onu görünce, yaşadığım oynamak'a, hareketlerim abartıya dönüyor. Sesim, bir tiyatro oyuncusu gibi çıkıyor. Oysa, ses yine benim sesim.

Her akşam, yine akşamhüznü çöküyor. (Yazının sürekliliğini bozdum. Yazının sürekliliği bu yazıda biraz süreksiz, hatta gereksiz.) Her akşam, yine akşamdır belki. Yılın son akşamı da akşamdır, şimdi başka bir yılın ikinci akşamı da.

Kulağım kanarken, bilincim kayıyor. Kulağımın kanaması, benzetme değil, bıçakaltı soğuğu bekleyen bir gerçek.

15.2.2012
Saçlarımı kestim, bıçakaltı soğuğunu geçtim, geldim. Döndüm, başladığım yere değil, hep başladığım yerdeyim, kendi etrafımda dönüyorum, hayır bir semazen gibi değil -olamam, haddim değil- bir topaç gibi dönüyorum durduğum yerde. Büyüyorum, durduk yere. Büyüdükçe, nasır büyüyor, büyüdükçe sessizliği duymak büyüyor. Büyüdükçe görüyorum, isimler vermek, keman seslerini çizmek değil mesele. Bıçakaltı, büyütüyor insanı istemeyerek. Hastane kokusuna aşina insan, nasıl çocuk kalmış bunca yıl bilmiyorum, nasıl yaşatır o çocuğu ve neden bilmiyorum.

8.4.2012
Hayallerimiz zamanla eskiyip, hayaletlerimiz çoğaldıkça büyüyoruz. Pazar günü yazılacak şey değil, ama yazamadığım içimde büyüyor.

27.8.2012
bir gün daha akşama yürüyor. bir akşam daha geceye varıyor. yanlış, eksik birşey var. "herşey eksik, herşey yanlış, herşey bozuk." yazmıştım bir dün, bozuk bir ruh hâliymiş. hâlimmiş. ve hatta halim. dün, bana eski şeyler anlatan dostuma da bunu söyledim. mutsuzluğuna alış. değişmek istiyorum, dedi. ben değişemeyeceğimi biliyorum.

3.9.2012
Mutsuzluk çoğalıyor.

30.10.2012
Rüyamda onu gördüm, "Beni gerçekten çok iyi birisi mi sanıyorsun?" dedi, "Ben, senin yüzünde Hızırı gördüm." dedim.

4.11.2012
Bir defa daha öldüm biraz önce, gazetede ufak bir yerim oldu. Makinist anladı, ama sonundaydı. Önce korktu, sonra kustu, sanırım ağladı. Nefret etti benden an kadar. Sonunda anladı. İklimya'yı gördüğümü anladı.

evvel zaman içinde, ahir zaman içinde, biraz dün, biraz yarın, bazen ben dedemin beşiğini sallarken, yahut yerküre beşik gibi sallanırken. bir varmış, bir yokmuş, yokluk diye birşey yokmuş.

günün birinde, hem uzak hem yakın bir ülkede, sarhoşun biri yaşarmış. yirmi dört saatin bir dakikasında (uyurken dahi) onu ayık gören olmamış. ne var ki, sarhoşu şarabı içerken de gören olmazmış, ne ara sarhoş olduğunu, neden daima sarhoş kaldığını bilen olmazmış. ki bu sarhoş, günün birinde müzede bir heykele aşık olmuş. sallanarak yürür, dengesini dengesizliğiyle sağlar, her Allahın günü (ki hergün Allahındır) müzeye gider, heykele bakarmış. müzede, bir müzeci varmış, masal bu ya, müzeci heykelin sahibiymiş. sarhoş adamın, heykele olan aşkını bilir de bilmezden gelirmiş. sarhoş çok eski zamanlarda mecnuna dönüşen kays iken, çölde bir şairle tanışmış, şair ona kelimelerin gücünü vermiş, aynı zamanda âb-ı hayat denilen sırra ermiş. sonra mecnun olmuş, sonra ismi unutulmuş nice kimse onca ülkede, ki anadoluda daima mecnun olarak anılmış. en sonunda hatırlamış, iklimya'nın yüzünü ve son akşam yemeğini.

Sokak lambaları izledi, akşamıngelişini. Tur dağında Musaya öldürmeyeksin dediler. Çok kelime öldürdüm, bir kelime oldurdum. Hakkım olmayan bir kelime doğurdum. Günahım burada başladı. Hep övündüğüm şey başlıca günahım. Musa dağdayken heykeli yapan bendim. Musa dağdan elinde emirli tabletlerle inince saklanan bendim. Musa beni buldu sonra. Musaya sarıldım, o da bana sarıldı. Beni tanıdı mı bilemedim. On emirin çoğuna uymayan günahkar bendim. Mahallenin kör imamı bana sarıldığında gördü. Herşeyi gördü. Anladı. İsaya yaptığımı affetti. Kabede yıkılan putları yapan bendim, Muhammed Mustafa beni affetti. Son öldükten sonraki ilk yemek çok lezzetliydi.

5.11.2012
ne diyordum en son? aşk. aşk ve heykel.

20.12.2012
Re,

Neden kaçıyorsun bizden, diye sordun bir çocuk masumiyetinde, öyle de özlemiştim, hele o çocukça sesini. Arkamdan adımı seslenirdin geçmişte bir zaman, geçen sene, adım ağzında bambaşka olurdu. Neden sen hiç konuşmuyorsun, diye sormuştun, yakın uzak bir zamanda.

Senden kaçmaya çalışmamın nedenini sana anlatamam, kendim de tam bilmiyorum zaten. Günleri öldürmenin iki yolundan biri olarak belki. Daha önce de yazdığım gibi, mutsuz sona (benim için) giden yollardan birini seçmeliyim. Öyle. Sen soruyu bile unutmuşsundur, sen bunları (en azından) yakın zamanda okumayacaksın, ama cevabımı buraya yazıyorum.

Senden kaçmak için mor bir çiçeğe bakıyorum. Ama, ona baktıkça görüyorum ki, yenizaman yok.  Zaman hep eski, zaman bizim o güzel yanılgımız.

Seni seviyorum.

28.12.2012
Bu toprakları, bu ülkeyi ve insanlarını, halklarını hep sevdim. Kusursuz olduğundan değil, sırtımıza yük olmuş bizi kamburlaştırmış suçlarımıza rağmen, hepimizin günahlarıyla beraber sevdim. Rumeli kökenli biri olarak, doğduğum toprakların, anadolunun içinde doğusunda, kuzeyinde her kimseyle empati kurmaya çalıştım. İzmir insanının anlamsız kibrinden kaçmaya çalıştım.

Hâlâ daha seviyorum. Ama, bu sevgi, herşeyi sevmek anlamına gelmiyor. Vicdanımızın taraflı oluşunu sevmiyorum. Sevmemek eksik, utanıyorum da. Ölüleri bile kucaklıyamıyoruz, eğer "bizden" değilse ölen, öldüğüyle kalıyor, hatta iyi ki ölüyor. Ölümü seviyoruz, ama ölülerden bazılarını seviyoruz.

Onbir kişi onbir başka kişiyi yeşil sahada yenince, milyonlar galip geliyor. "Fener'i nasıl yendik." diyorlar. Ama, yarısı çocuk otuzdört ölünün bir faili dahi yok.

Failleri yok, böyle olunca da hepimiz fail oluyoruz. Belli ki kirli bir yanlış istihbarata dayalı bir hatadan kaynaklanan ölümlerin acısını paylaşmak yerine, reddetmeyi tercih ediyoruz. Sonra istemsizce "her kürtaj bir Uludere'dir" kaçıyor ağzımızdan. Öyledir amenna, ama bu cümleyi sôyleyen başbakanın da benimle aynı fikirde olduğunu sandığım şekilde, kürtaj bir aşamadan sonra, tıbbi bir gereklilik olmadan cinayettir.

Onun için yüzleşmemiz, failleri ortaya çıkarmamız gerekiyor. Yoksa bu acıyı başkalarının tekeline bırakırsınız, bir daha da yanına yaklaşamazsınız. Ateş olur tutamazsınız.

Bugün bu acı olay için, "unutursak kalbimiz kurusun" diyen milyonlar var, bu acıyı ötelerseniz, halının altına süpürürseniz, ötekileştirirseniz, yarın karşınıza, karşımıza başka şekilde çıkar.

31.12.2012
Uzunca değil, bayağı uzun bir yıl bitiyor benim için, saatler sonra.

2.1.2013
eski yılı bir şiir ile bitirdim, ne güzel yaptım. olmazlığını bilerek bir kimseye şiir yazmak güzel şey çünkü. neyin olmazlığını? şiirin olmazlığını, bu bir. "o işin" olmazlığını, bu da iki. bir de, üçüncü ve en başından, benim adam olmazlığım var, yok değil.

"birşey var, var birşey", ne olduğunu bilmiyorum, aşk değil. açıkça değil. bilinmezin çekiciliği, keşfetme isteği. adı var kendi yok bir amerika gibi, yeni bir kıta, yenidünya, "yenizaman" gibi bir genç kız. çok güzel, çok soğuk, çözülemez ve anlaşılmaz. ama, gözlerinde bir çocuk heyecanı, yüzünde bir telaş var.

yeldeğirmeni belki de. ama, heykel değil.

7.1.2013
günlerden cumanın ertesinin öncesi

0: henüz doğmamıştım, yani (ya da, belki de, henüz) akşam olmamıştı. savaş vardı, barış yoktu. yüzyıl savaşları, ikinci balkan savaşı, ne bileyim işte.

1: tablo bu. bu tablo. neye yarar? hiçbirherşeye yahut (ya da, belki de henüz) bazıbirşeye. kim bilir? o bilir belki, bu tablo desem, neye yaradığını bilir. o kim? ne bileyim işte.

2: barış ihtimalinden konuşmak ne güzelmiş, yakışıyor insana. demek ki doğmuşum, görüyorum akşam olmuş. barışların adının hepsi bir ve güzel.

3: gölgesizin dumanını sildim. bulut? bulut hâkikattir. bulut olmasa olmazdık, demek istemem ama (amma ve lâkin) az kalırdık. ne kadar çoğuz. ne kadar?

günlerden cumanın ertesinin sonrası

4: bir bebek, bir pazar, saat öğlene geliyor, bulut. ocak, soğuk, gazetede barış ihtimali, gözümde barış umudu. bu bebek, al tabutları tanımasın, bilmesin, hatırlamasın.

5: bir kapşon, bir göz, yeşil boyalı tırnaklar, üşüyüp hafifçe titreyen bir vücut. hikâyesi kendinde saklı, kim bilir neler söylüyor duymadığım sesi.

pazarın da ertesi

6: bilmesi neye yarar? günlerdir kendime soruyorum, akşamları, gölgesize soruyorum. cevap? cevap bu, bu cevap desem, cevabı bilsem neye yarar?

7: bilmesi. ocak akşamlarının soğuk olduğu kadar yalın gerçeği, bilmediği bir geçmişini, bilmediği adını. adını bilmeyen insanları akşama benzetiyorum. biri turuncu biri mavi, ilk ve son, birine adını ben verdim, her biri birbirine karışıyor.

8.1.2013
"Ezel sırlarını ne sen bilirsin ne ben.
Bu muammayı ne sen okursun ne ben.
Perde arkasında var seninle benim dedikodum.
Perde düştü mü ne sen kalırsın ne ben." (Ömer Hayyam)


15.1.2013
Akşama uzağım şimdi, köşede (usumun köşesinde) ötede bir fotoğraf var, karanlıklı. Şurada birisi (bir çiçek adı) başka birisi olarak saçları parlak beni görmüyor, beni ve kimseyi gôrmüyor, ne olursa bazan dudaklarından bir bilemedin iki kelime düşüyor, üç değil kapanıyor dudakları dolgun. Burada (birinci ağustos uzağından beri) biri daha var hikâyesinin birazını biliyorum, gözlerini yazıyorum onun en çok, yazarak öpüyorum gözlerini. Bir de ben varım, bir sokak ezbercisi, kış seven şiir okuyan biri olarak, ocak akşamları kötü sesimle sesli şiir okuyorum. Çünkü öyle gerekiyor.

19.3.2013
Dağın zirvesine doğru taşıyorum kayayı, hava iyice soğudu, zirveye pek kalmadığını duyumsuyorum. Öngörüden fazla tecrübeden gelen bir duyumsama bu, tarihsiz serüvenimde onca tırmandığım bu dağa, zamanın sonuna dek daha defalarca tırmanacağımı biliyorum. Ellerim, gözlerim, yüzüm acıyor.

2.4.2013
yazılacak gibi değil.

3.4.2013
Gri ne güzel. Aklıma ne geliyorsa nasıl geliyorsa öyle yazacağım. Birdenbire rüzgâr esti biraz önce sonra yağmur düşmeye başladı. Nisangüzü, dedim sabah öyle sandım öyle yazdım. Güzel. Yağmura ihtiyacım var çünkü. Ne saçma bir cümle değil mi? Ama hâkikatle gri bir gök gerekiyor bu zamanlar bana. Yazmak bile yalan, birşeyi birşeye benzeterek kelimelerle oynamak, şimdi bana gereksiz ve hatta yetersiz geliyor bana.

10.5.2013
Dün bir tek Nuh Nebîsi eksik tufan, bugün  gri üzere yollar. Bir hikâye var ki sona eriyor, bir soru var, cevabını bilen versin. Çiçek yanılgısı grilerde çürüyor, göğünyüzü gözüme düşüyor. Gayya kuyusunda ateş hazırlanıyor, deliler yine de türküsünü söylüyor.

Kara bir suda kendine bakıyor adam, herşey bulanık, herkes sanki kör. Kendikendine bakıyor adam, bir soru daha görüyor. Cevabı yok, gayya kuyusunun dibi yok, sanki kuşlar yanılıyor. Deliler türkü söylemeye devam ediyor.

Bir nota nasıl kaybedilir? Sokakta bu eski soru soruluyor kendikendime, cevabı yok.

Ben kimim? Gözlerine bakarak bu kadim soru sorulamıyor, cevabı bulunamıyor.

Gündüzler bulanıyor, göz yanılıyor. Deliler durmadan türkü söylüyor.

Dağ çürüyor.

15.6.2013
Bir hikâyenin sonu, başını bile değiştirebilir. Başlığını da.

Terzinin hikâyesi de bir akşam, tuhaf bir sonla bitti. Güçlü hikâyenin yanında, çok zayıf bir son yazılmıştı. Yazgıydı.

Sonra şehir yakıldı. Roma yıkıldı. Ne zamandır çürümüştü.

Bir rivayet üzere, terzi dağın zirvesine ulaştığından, bulutları aşmış, göğünyüzüne yükselmiştir. Aksi rivayette ise, terzinin gayya kuyusunda yandığı söylenmektedir.

Şehrin üzerine zayıf yağmurlar yağmaktadır ve bir kedi durmaksızın bakmaktadır. Sadece yağmur, hikâyenin bütünlüğüne ihanet etmedi. Yazılmış bütün bararısız hikâyelerdeki gibi, yağmurla başlayıp yağmurla bitiyor Terzinin masalı.

21.7.2013
"(...) yine buradayım. tanıdık bir yabancılık duyuyorum. turgut uyar'ın "korkulu ustalık" tanımı gibi, uçurum kenarları ile olan münasebetime uyuyor bu tanım, çünkü uçurum kenarlarına gidip gelmek, orada bir çocuk aymazlığında, korku ve heyecanla dolaşmak, defalarca yazdığım gibi "şiir yaşama hâli" ve ben de şiir yazmakta olamasam da, şiir yaşamakta "korkulu ustalık" sahibiyim. uçurum kenarları, trenler ve yollar gibi benim evim. soyut bir ev. içinde yaşadığım heryerde, okulda evde, kordonda yürürken ve metro istasyonlarında, mucizevi bir bulut gibi başımın üstünde. (...)"

Böyle yazmışım zamanında. Şimdi, zamanın sonundan sonra, dönüp tekrar okuduğumda, değişen hiçbir şey yok. Bir başıma, bir başka şehirde yaşıyorum, uçurum kenarından kaçarken az gittim uz gittim, yine de başımın üstünde bir bulut, ayağımın dibinde sonsuz bir boşluk gibi duruyor. Cennetten düştüm,

17.8.2013
yerin maviliğini yardım, edilmemiş bir davetin ayında, eksik bir mavilik üstümde, yerin maviliğini yardım. ne olursa olsun, mavi iyidir. nerede olursa.

yenikapı'dan girdim. yeni olan herşeyi severim, çiçekler de dahi.

22.8.2013
birşeyin öncesindeyim sanki. belki umutsuzluktan doğan bir yanılsama, belki de hâkikat. yolum kırılacak, değişecek, güzelleşecek sanıyorum. yapraklar son sabırla duruyor ya ağaçlarda düşmemek için, ona benziyor durumum, sanki sabırsız bir yaprak düşmeyi bekliyor içimde. yahut o yaprak benim.

bir sokağın ertesindeyim.

23.8.2013
Dağ eteğinden bildiriyorum, sevgili Peralılar.

Mat İst Final, soru yaklaşık olarak şöyle: "Direksiyon sınavında başarı oranı %70'tir. Bir sürücü adayının beşinci denemesinde sınavdan başarılı olma olasılığı nedir?"

El-cevab: "Başarı oranı %70 olan bir sınava beşinci defa giren biri şöför olmasın, boşverin hocam. Viyadükten uçup apartmana girer öyle biri, mazallah."

Atalarımızın dediği gibi, "sad but true" (Bkz. Divan-ı Lügat-i Türk) Doğru cevap olduğunu sanmıyorum, amma ve lâkin "Cevab Veremedi" kitabının yeni baskısını durdurabilirler belki. Bir de, zamanında (yalnız baya anı anlatma moduna girdim, ama sıkıldım biraz, af buyurun) bir İstatistik finalinde kağıdın altına "formül ezberlesem, Real Madrid'de oynardım" deyu yazarak Cevad Prekazi'ye selam çakmışlığım vardır.

Evet. Ezberci eğitim kötüdür.

19.9.2013
Eylül geldi, yağmur yağdı, şehre döneli bir vakit oldu, biraz yazmalıyım, ama iki cümle yazıyorum üçüncüsü yarım kalıyor. Kalsın. Yine de yazmalıyım. belki de akar gider, yahut kaldığı yerde bırakırım.

Nerdeyim? Önemli olan soru bu, kendime sorunca. Döndüğüm şehir, Re'yle benzer sokaklarda yürüyeceğim, ama onu göremeyeceğim bir yer. Bir eski-roma artık bana. Bir notayı, tek notamı göremeyeceğim. ne yazmışım bundan bir sene önce. "Bu sene Re ile son senem. Onu son defa göreceğim. Her bir gününde bile son defa. Sonra yazdıklarımdan ibaret bir hayalet olacak. İşte yürek sızısı tam olarak böyle birşey. Senin olmayan ötekinin gitmesini beklemek."

Yürek sızısı. Bir sene sonra, aynı his, ama farklı bir şekilde. korktuğum yerdeyim şimdi. Re, yazdıklarımdan ibaret bir hayalet oldu sonunda. Korkunç sızısını duyuyorum. Ama, nice kelimeler yazdım diye avunuyorum, resimler yazdım, gökleri çattım. Avunmak, bana  hisse olarak işte bu kaldı, hep böyleydi yahut. Karanlık yüzünden sildiğim bir fotoğrafa, gözlerimi kapatınca bakıyorum.

23.9.2013
İklimsiz bir vakit, eylüle ihanet ediyor başımızın üstündeki boşluk. Eylülü öldürüyor birşey, ama ne olduğu anlaşılamıyor. Nedenini bilmiyorum, yine de bu bir cinayet. Anlayamıyorum, tanımıyorum bu boşluğu. Arefe değil, araf değil, ne olduğu belli değil, belki de birşey değil. Yokluğun kendisidir, yazabilirim. Ses yok, sessizlik var. Bir nota yitirdiğimden mi? Ama, beni sevmedi. Her defasında farklı hatırlıyorum olanları, aslında hiçbirşey olmadı. Yokluğu oyarak heykel yazdım, böyle sanıyorum. Yokluğu duydum bir nota olarak. Bir hayale şekil verdim, elimde bir hayalet kaldı. Öyle. Olmayan bir fotoğrafı görmek için, gözlerimi kapatıyorum ancak. Adımı yitirmiştir yüzümü hatırlamaz bile.

Bulanık bir akıl, eylüle ihanet ediyor başımın içindeki yokluk. Ellerimde ezbere bir akşam vardı,

20.12.2013
adı doksan olan bir sayı üzerine konuşuyorlar. mühim bir meseleden bahseder gibi, belki sahiden de öyledir. kim bilir? onlar biliyorlardır, hep biliyorlardır, hep beraberce. hapşurdu bir tanesi, doksan adında bir sayıya saygısızlık. ama, onlar anlamadılar. bilmiyorlar saygı duymasını, öyle biliyorum. dudakları da var oysa,

18.4.2014
Tuhaf bir keder duyuyorum. Sanırım biraz yorgunum hâlâ, pek kolay değil, hastanede günler geçirmek. Benim yorgun aşinalığımdır hastane odaları. Ama alışmak bile katlanmaya yetmiyor kimi zaman. İstesen de istemesen de katlanıyorsun mecbur kalınca. "Allah ne düşürsün, ne eksik etsin" diyorlar o üzerime çökecek gibi duran hastane odalarına, "Âmin" diyorum.

21.4.2014
Yanıma geldin. Dibime sokuldun. Gölgene aldın beni. Başımı bir kaldırdım sana baktım. Defteri açtım birkaç dize yazdım. "(...)  seni ölümsüz yapacak eller benimdir / beni öldürecek kendi yenilgim"

Döndüm, sana baktım. Gördüm. Yenildim. Gülümsedin. Öncesi yoktu. Sanki aylarca seni görmezden gelmemişim gibi, donuk gözlerle bakışmamışız gibi, öncesizce bakıyordun bana. Sana her baktığımda öncesini yitiriyorum, seni her gördüğümde hep "sonra", öncesiz bir sonra.

İçimde bir ilkyaz yeniden. Yenizaman böyleymiş. İnkâr etmiyorum artık. Seni ne zaman düşünsem, dudakların hafif aralık, gözlerinde

25.4.2014
Önce, aklına uyup da kuyuya baktı; kuyu, kör, sağır, karanlıktı. Kör kuyuya bakınca, kendini bildi.

Sonra, aklını yitirdi, kendini kaybetti; kuyuya düştü. Kuyunun koyu karanlık suyuyla zehirlendi. Yüreği aydınlandı, zâhiri bildi.

11.5.2014
Y.

Yenizaman yazdım elbette, biliyordum birşeyler olacağını. Eloğlu diyor ya, "Bu yürek seni seveceğini biliyordu herhalde/ Bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir" Ama böyle, bu kadar olacağını bilemedim. Tahmin etmedim. Beyazı nâif ellerimle o kadar yazdıktan sonra, seni yazcağımı, bana şiir yazdıracağını düşünemedim.

Aklımı yitireceğimi, öncesiz ve sonrasız kalacağımı bilemezdim elbette.

Hayat böyle. Bir anda değişiyor iklim.

Bu yazı belki de sadece bir süre burada duracak. Giren olursa okur belki. Bir şekilde sen de okumalısın, belki utanmaz bir akşamda bunu da yaparım. Hâkiki aşk için de olsa, Yunus diyor; "Aşkı olan âr-u namusu neyler."  Asaf dizelerini arkandan okuduğum gibi, bunu da yaparım bir akşam.

Kadeh, bir harf oyunudur. En üstte bir kadeh var ve kadehin altında yazıyorum bütün bunları. Kadehin gölgesinde, gölgende sarhoşum, senin için çıldırıyorum. Öyle. Hiç kimseye duymadığım bir hasretle.

Bunu yayınlamadım, iki gün bekledim.

28.5.2014
Ben ne beyazım, ne siyah, ne de gri. Bir arafta mı doğmuşum yoksa, ucuz kelime oyunu olursa da olsun, araf benim içimde mi doğmuş bilmiyorum, amma ve lâkin bu iklim canımı yakıyor. Her terazide biraz eksiğim,

9.12.2014
Cep telefonumda on iki saat arayla iki on birde, yani lafı uzatmak istersek on birde ve yirmi üçte çalan iki alarm var. Çalıyor ve ben antibiyotiğimi içiyorum. Nerede olursam, okulda derste, sinemada, kahvehanede maç izlerken, değişik yerlerde bir rutin olarak içtim. Bu sabah on birde otobüsteydim, yanımda su yoktu, sonra içtim. Pek tabii ki yazacağım şey bu değil, sadece elimi yazmaya alıştırıyorum, bir de giriş yapmış oluyorum yazıya. Kendi rutinimi anlatan, yazmadığım sürede yaşamımda olan biteni tasvir eden bir giriş yaparak, geçirdiğim günlerin neredeyse manasız olduğunu -okuyan olursa- okuyucuya aktaran girişimi yazdım.

Yazamayınca, hele de bir güzele yazmayınca yahut bir güzeli yazmayınca, benim yapraksız bir ağaçtan pek farkım yok, yaşam şeklimizin farklı olmasının dışında. Kahveyi de azalttım zaten. Farklı, alakasız birşey yazınca aniden, o yazıyı güzelleştiriyor herhalde, bir de benzetmeler. Lacivertler, morlar, kuşlar uçuşmalı yazıda. Lacivert yalnızlık, mor umut; renksiz duygulardan daha keskin duruyor.

Bir zamanlar yazabiliyordum, su kadar yalın. "Re, sanki. Bir nota kadar." yazmıştım düz hesap -dile kolay- iki yüz yedi hafta önce. Doğrusu, yazmamıştım, ilk olarak neredeyse sayıklamıştım.
***
Bugün
Virgülden sonrası kalmış yazılar pek çoğu, bazıları başka yazılara dönüştü herhalde sonradan. O tarihlerde yazılmış, burada yarım kalan yazılara benzeyen yazılar bulurum herhalde dönüp baksam. Ucuz kelime oyunları yapmak istemiyorum, ama yazgıma benziyor yarım yazılar. Hep çok azını söyledim ve yazdım, söyleyebileceğimin. Çok fazla şiir yazıp, kötü bir şair olabilirdim ben, olmadım. Öykü yazmalıydım, belirsiz yarınlara bıraktım. Re’ciğime hikâyeyi anlatmalıydım, hiç olmazsa adını söylemeliydim, söylemedim. Çiçekler kör olsun! Kadeh'e de, ona yazdığım şiirleri vermedim. Virgüllerde kaldım hep.  Belki de kâbusumdan uyandığımı sandığımda, uyanamamamın, tekrar tekrar uyanmamım nedeni de budur.

Yarım yazılar atlası, koyacaktım yazının adını. Atlası attım, buraya yazıyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...