Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Aralık, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yok

yokumu gör, yokumuzu öpelim, yoğun bir bulutu yoksayalım, geçmişi uyarsıyalım, geleceğimi gör, gören gözlerini öpeyim, yokluğu varsayalım,  gölgeler karışsın, karşıdan bakalım, kimsizliğimizi öpelim, yoksunluğumu öp, eskiyi ört, yeniyi ikiye böl, şimdiye kadar susalım, şimdiyi kanıksayalım, kimsiz bir dudak aç yüzünde, kimsin sen, karanlığı kararlıyalım, ellerim yok.

Aralık ondört.

Görünen o ki, onaltı aralık ikibinonüç'te İzmir ili dahilinde bir damla dahi yağmur beklenmiyor, hava durumu tahminlerine göre. İkibinonda, onbirde, onikide yağdı yağmur, hep yağacak sandım. İkibinonbirin onaltı aralığının akşamında, yine deli bir yağmur yağıyordu. Re'yi görmezden geliyordum. Yok, Re'yi değil. Bu durumu anlatabilmem için Re'nin kendi ismine ihtiyacım var. Yazamayacağıma göre, Re'nin gerçek ismi Leylâ olsun  hem Lili'yi de çağırıyor usa, hem de gerçek ismine benzemiyor. İşte o akşam, Leylâ'yı görmüyordum ben. Re'yi benden başka, Leylâ dahi aynaya baksa göremez. Leylâ, hem Lili, hem Rosa, hem de Köşe şiirindeki Leylâ, güftekâr Vecdi Bingöl'ün gönlündeki Leylâ, iki gözümün içinde de parlayan ve bulutlanan Leylâ. Sezai Karakoç'tan çok fazla alıntı yapıyorum. Öyleyse bugün Karakoç'un bütün şiirlerinin olduğu "Gün Doğmadan"ı aldığım yaz akşamüstünü yazayım. Arkadaşlarla Alsancak'ta bir araya gelip, iki de kelime etmek...

Aralık onüç.

"Ben sana ikibinonun aralığının onaltısında baktım, seni ilk görüşüm değildi, ama benden başka hiç kimsenin de seni göremeyeceği gibi gördüm, sana baktım bir nota gördüm, seni gördüm bir nota duydum, sana o anda Re dedim." Böyle diyemezdim ona, desem de anlamazdı. Anlasa da. Dün burada kalmıştım, anlasa ne olurdu? Ne yazık cevabı biliyorum, mor bir kitapla öğrendim cevabı. Oysa bir saat öncesinde avucunu iki elimin içine alıp gözlerine baktığımda veda etmiştim ona. Gözlerinin içine bakarken, iyi dileklerimi sıralıyordum son defa. Mektuptan bile vazgeçmiştim, sadece bütün o iki buçuk yıl yaşadıklarım  kadar naif bir hatıra bırakmıştım. "Nedenini biliyorsun." Evet, biliyorum. İyi de bu bir neden bile değil. Bir kitabın elini yakmasının nedeni olamaz o çocuk. Olmamalı. Oldu. Tuhaf bir veda oldu. Lâ teşbih, alelacele yazılmış bir son gibiydi, özensiz, anlamsız. Ama, zamanüstü bir notayı sevsem de, iki buçuk yılda birçok defa aklıma gelmeyecek gerçeküstü olaylar yaşasam ...

Aralık oniki.

17.2.13 "(...) bir akşam gelecek, en çok o akşam söylemeyeceğim. adını bildiğim akşam, zamansız akşam. koridorları ışıklandıran zamandan öte, vadedilmemiş, âh edilmiş o akşam onu öpmeyeceğim. bilecek öpmediğimi, öpmediğimden tanıyacak beni, o zaman anlayacak adımı. terzinin kuyumculuğunu bilecek susmaktan tanıyarak, bir fotoğrafa bakacağız öncesinde. (...)" Böylece yazmıştım, nisanda bir akşam ansızın o vaktin geleceğinden habersiz. Bir fotoğrafa değil, bir kalabalığa bakmıştık öncesinde. Kâdim heykele, sen kâdim heykelsin, demedim. Leylâya, sen leylâsın demedim. Zamanüstü bir insansın sen, dedim. Lili'yi hatırladığımı onu görünce, söyledim. Ne var ki, "Bizi öpmeden mi gideceksin Lili?" diye soramadım. Âh, Sezai Karakoç'un bir şiiri, ama tam hatırlayamadım şimdi. Sordu, "Karakoç mu?" diye, "evet" dedim. Sonra, Monna Rosa'nın ilk şiiri "Aşk ve Çileler"in ilk beşliğini okudum. Gözlerine bakıyordum, tanıdı beni. Adını söylemedi...

Onbir aralık.

Alıntı yapayım bugün de. Onaltı aralıkta birşey yazmalıyım sanıyorum, ama ne yazacağımı bilmiyorum. Ama, vakit onaltısına giderken bugün bir alıntı daha yapabilirim. Kendimden. Geçmiş vakitten. Vakit geçti, ama zaman geçmedi. Yenizaman diye kendimi kandırdım olmadı. Bir heykeli yıkmayı denedim, yapamadım. Zaman eski, zaman böyle güzel. 30.10.12 "(...)  bir fotoğrafa bakarken yüzü, baktığı ve hatta hemen her bebekten bile daha. hep özlediğim evvel zamandı gözünde gördüğüm. güzel zamanlar hikâyesi parlıyordu gözlerinde. hep aradığım yanımdaydı. bana yazmayı öğretecek olan, bana şiir yazdıracak kadim heykel, öylece yanımdaydı. öyle de uzaktı. ben ona bir kimseydim, apartman boşluğu karanlığı kadar tanıdık ve yabancı. biliyorum şairin imgesiydi o. (asaf'ın lavinia'sı, karakoç'un rosa'sı, atillâ ilhan'ın maçka'da yaşayan n.'i, hepsi, her birisi ve nicesi) nasıl olduysa bulmuştu beni, yanımdaydı, gözlerine apaçık bakıyordum, görüyordum hızırı. Re'ydi, ...

On aralık.

Tarih bir defa onaltısına gidiyor, zaman zangır zangır titriyor, bütün çatılarda bir uğultu, bütün gökte bir gri. Aralığın birinin otuzunda, Re'yi gördükten iki hafta sonra yazdığım şeyi yeniden. Âh, yeni olan ne varsa hepsi kör olsun. Eski zamanın grisi insin yere, bir fotoğraf görünce bulansın akıl yeniden. Göğüm gri, gözlerim kahverengi, ne varsa bulanık, benim ruhum gri ve bulanık, ne yazdıysam eksik. 30 aralık 2010 Hiçbirşey değilse şu çocuk heyecanı yüzünü görünce. Herşey gibi oluyor ya, bütün o dünyanın tüm o dertleri, takvimin yorgunluğu dahi. Adını öğrenmek derdinde değilim, sana Re dediğimi bilsen, sen de kendine Re dersin belki, "Re" işte o kadar sensin. Hiç değilse, bilirsin. Seni yazmak, şimdi bildiğimi bir kelime oyunu. Bir çocuk heyecanıyla. Senden habersiz, senden umarsız, birgün bu satırları okuman umudundan başka bir umudu olmayan, adam'ı bilen, bilmezden gelen, adam olmayan bir çocuk heyecanıyla. Yazmaya yeniden heyecan duyuyorum, kelimeler çağırıyo...