Ana içeriğe atla

Ekim sekiz.

Bana kalırsa duvarlara şiirler yazılmalı ancak. Sutünlara da. Ne yazık bu işleri bana bırakmıyorlar. Finans denilen yalanı öğretiyorlar bana. Bana kalırsa, zaman karşısında değeri olan tek şey şiirdir. (Zaten zaman nedir?) Diyemiyorum. Ne öğretirlerse yazıyorum.

İşte dündü, faizi belirttim "i" harfiyle, bilmem belki de davacı olacak benden bütün harfler. Sonra bir arkadaşla karşılaştım, merdivenlerden iniyorduk. Önümde bir çift sutün üzerinde güzel bir çiçek, elinde vişne rengi yeleği ateş olarak yanıyor, bir çiçek o yeleği giyip de salınınca hepten tümden ateş oluyor akıl alıyor baş üzerinden. Neyse. Bir çiçek elinde yelek iniyordu önümden merdivenlerde, kelimeler söylüyordu arkadaş, ben sesimi hazırlıyordum. "Merhaba" diyeceğim sanırım, öyle ki sesim güzel çıkmalı ağzımdan. Yazmak gibi değil konuşmak, yazmak kadar kolay değil ki konuşmak, güzel kadınlar karşısında ya aklım ya dilim tutuluyor, sesimi hazırlıyorum bu yüzden. Derken merdivenler bitiyor. Elinde vişne rengi yeleğiyle bir çiçek karşıdan gelen bir adamı öpüyor yanaklarından. Neyse, ben zaten bir arkadaşa bakmaya gidiyordum yanımdaki arkadaşla. Yüzümdeki gülümsemeyi büyütüyorum. Geçip gidiyorum.

Âh, bir defasında karşımda bir nota varken hem aklım hem de dilim tutulmamıştı, aklımda olanın çoğunu söylemiştim adından başka. Üstelik merdivenlerden inerken bir de "yanlış anlamıyorsun değil mi?" diye sormuştum, doğru anladığından emin olmak için "yanlış" anlamasından. (Neden, diye sormama, nedenini biliyorsun, demesine biraz vardı daha) Üstüne üstelik Lili'den bahsetmiştim. "Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli", ne yazık şiiri tam hatırlayamamıştım. Sezai Karakoç'un şiiri, demiştim. Karakoç mu, demişti. Evet, demiştim, en bilinen şiiri Monna Rosa'dır. Birinci şiir, Aşk ve Çileler'in ilk beşliğini okumuştum bir çırpıda. Sonra bizi öpmeden gitti, âh. "Ben konuşmasını bilmem Lili"

Burada, hayatımın yirmi yedinci ekiminde, aydınlığımı ve karanlığımı yazıyorum. Kör isteği de, karşılıksız aşkı da yazıyorum. 

Aklıma Istanbul geliyor, gittim gördüm ve yine yenildim Aziz Istanbul'a bu yaz. Yeniden. Bir Pera'yı yazıyorum ruhumdaki, bir de Eminönü'nü. İkisine de kavuştum bu yaz, birer gün geçirdim her ikisinde de.

Pera'da beyaz bir karanlık var, istekler baş üzerinde, nefsin emirleri insanların başı üzerine, hemen karşılıyorlar. Bir kadının arkasından gidiyorlar. Geceler gürültülü, ama ruhlar yalnız.

Eminönü'nde güzel bir gri var, minareler var, gönlün istekleri gözleri buğulandırıyor, Allah'ın emirleri kulların başı üzerine, sevdalar olabildiğine mahcup. Geceler sessiz, ama ruhlar yâr ile beraber.

Ben ne Pera'yı terkedebiliyorum, ne de Pera'lı olabiliyorum. Beyaza karşı griyi seviyorum, ama bir yeleğin alevine aklımı kaçırıyorum.

Ben Eminönü'ne kayıtlıyım nüfusumda, ben Eminönü'ne bağlıyım gözlerimin buğusuyla. Hû deyince Eminönü'ndeyim, deliliği koklayınca oradayım.

Ama, ben sanırım Araf'tayım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...