Ana içeriğe atla

Ağustos.

Akşam oluyor. Yol üzerindeyim. İki şehir arasındayım. Yarın ağustos. Yol üzerinde yazmalıyım. Yazının yolunu izleyerek, ne yazacağımı bilmeden.

Temmuz bu sene benim için geçmesi gereken bir vakitti sadece, neyse nihayetinde geçiyor. Bu demek ki, gurbet ilde bir ayım kaldı, ama göğünyüzündeki ayın hikmetinden, ağustosun en güzel zamanı, orada olacağım, İzmir'de. Hâla belirsiz yazıyorum, yüzünü gözümün önünden yitirmedikçe, yüzünü başka yüzlerde yanlışlıkla görmeye devam ettikçe, bulanık yazacağım. Kimin yüzü?

Akşam iniyor. Geçen ağustosta birgün Monna Rosa'nın dizelerinin yazdığı kitabı aldığım semtte, haziran ayında yitirdim bir kimseyi, oysa haziran dediğin aralığın yarısı. Kimi?

Bir saatte bir sonsuz yaşayan zamanüstü bir kimseyi. Sonra ellerimi yaktı. Ondan sonra, körlükle arkasından bakıp arkadaşlara Turgut Uyar okumuştum yitirdiğim usumdan. Temmuz tüm bunlardan sonra oldu. Yabancı bir adam oldum. Terziden arda kalan haritayı gözlerime sır ettim.

Ben terziydim bir vakit, bir masalda yaşıyordum. Sonra büyüdüm birden bire, çocukluğumu yitirdim. Nedenini biliyordum artık, sanki ikinci defa sahiden konuşuyorduk. Ama, bir iki cümlede sustuk. Kiminle?

Sahiden söylenen kelimlerin öncesinde, bir saat öncesinde, bir sonsuz önce belki de, ağustosta bir günden bahsettim. Âh, Lili'nin adının yazılı olduğu kitabı aldığım günden bahsettim. Ondan az önce, bana kalan bir borcunu yanlışlıkla ve yanlış ödedi bilmeden. Hazirandan önce bir zaman, ilk defa sahiden konuştuğumda, Lili'nin ve Monna Rosa'nın güzel isimleri anılmıştı. Ne uzun bir sonsuz gündü, her saatinde bir sonsuz saklayarak, otuz ay sürdü.

Gün, ne tuhaf, bitmeden az önce akşam iyice çöktüğünde, başladığı yerden geçmişti. Sonra bir yerde, bitti.

Gün, akşamlıdır. Bir kitapta okumuştum bu cümleyi.

Akşamhüznü, aniden insana çöküyor. Yolda, daha da keskin çöküyor. Herhalde, akşamın çökmesini, karanlığın dağılmasını gözlerinle gördüğünden. Güzel bir hüzün, lezzetli, şarabî. Gül rengine dönen göğün yanıp kararmasını izlemek, insana sonu hatırlatıyor. Herşeyin sonunu, kendi sonunun ötesinde. 

Sonra, sabah oluyor, sonun sadece tadılacak olduğunu, her sondan bir sonrası olduğunu, sonsuz olanın nefesiyle sonsuz olduğumu hatırlıyorum. Çember içinde çember, birgün yeniden başa döneceğim. Bir dağı daha tırmanacağım zaman gelince.

Böylece bir temmuz daha bitiyor. Geçen temmuzun sonunda yazdığım yazıya, biten ayın adını vermiştim. Bu yazıya da, yeni ayın adıyla başlık vereyim.

(Bursa ile İzmir arasında, bir otobüste, yolda.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...