Ana içeriğe atla

Kör kedinin yazdığı.

Ben kör bir kedi, bir notanın kör kaldığı kedi, bilmiyorum Ece Ayhan'ın yazdığı kedi miyim -bakışsız bir kedi kara- ama kör olduğum kesin bazı akşamlarda. Son hakkında çok düşündüm, bin şey düşündüm belki, biri bile böyle değildi. Hayat öğretiyor, öğreticidir de, gerçek hayatta masalların sonlarında Turgut Uyar'ın sesi vardır: "Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ Dikey ve yatay mutsuzluktan/ Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun/ Sevgim acıyor"

Sevgim acıyor. Keskince duydum. Ezbere bir akşamdan, körlükle geçtim. Kıldan ince değilse de, kılıçtan daha az keskin değildi, kesildim. Sessiz kesiklerle, romayı yitirdim. Zamansız değildi, çünkü zaman yok. Zaman zihnimizin bize yalanı, yanılmaya orada başlıyoruz, zamanüstü kadınları sevmeye de. Ne yazık, elimde kalana bak, -mor bir ateşin yangısı ve zaman yanılgısndan başka- sevgim acıyor.

Romayı yitirdim ben dün, kaç insan hayatında kendi romasını yakmıştır bilmiyorum, insan son romasını ancak körlükle yakar, onu biliyorum. Notayı yitirmedim, yitirmeyeceğim. Adını sonradan öğrendiğim kadını yitirdim dün, ancak onu yitirdim.

"Re, sanki. Bir nota kadar." yazmıştım, tüm yazdıklarım bu cümlenin üzerindedir, iki buçuk yılı bir onaltı aralıkta yaşadım, pişman değilim, olunamaz da, kim bir kadına bakınca nota görebilir bilmiyorum, ben bir nota gördüm ve notanın yüzüne kör oldum. Ben bir notanın gözünde kedi oldum, kör bir kedi kaldım şimdi arkasından, ama böylece ben oldum.

O'na vermek için uzunca yazdığım, sonradan vazgeçtiğim bir mektup var, tüm hikâyeyi -bence masalı- kendi gözümden anlattığım. Orada birçok yerde kelimelerin yetmediği oldu, kelimelerle az biraz oynamasını becerebilen ben -şimdi kör bir kedi- kimi yerde kelimelerle kendimi yazamadım. Hayat öğretiyor, kendimi tanıdım ben onunla, kör sevmeyi öğrendim -eflatunî- ve giz dolu bir şey yaşadım, "bir dağın çarpıklığını/ bir sevinç sanarak".

Bir dağı tırmanıp, zirvedeyken göğünyüzüne ulaştığım yanılgısıyla umutlanıp, karanlık ama kararlı bir döngünün başına döndüğümde, yeni ve ulu bir dağın eteğinde, korkunç hüzünlü bir yorgunluk ve korkunç tuhaf bir sevinç duyuyorum yine de. Sevdim çünkü. Hem de çok sevdim, karşılıksız sevdim, onun beni sevmesinden umarsız sevdim. Haberi bile olmadan, aylarca adını bile bilmeden bir notayı sevdim. Hiç bir an için, asla pişman değilim, kulağımda dizeler uğulduyor. Söz ettiğim mektupta, bir çok yerde, şairlerden alıntı yapmıştım, "tüyleri şiirler olan mahcup bir kürk" olması için. Bir dize var ki, dünden beri kafamda uğulduyor, sanki kör bir son değilmiş gibi dün, kafamda uğulduyor, mektupta birkaç defa yazdım, şairin şiarına uyarak. Bir Cemal Süreya dizesiydi: "keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

Dün akşam tarihin en uzun onaltı aralığının son akşamıydı, haziranda bir gün onaltı aralık bitti. "Re, sanki." diye başlayan akşamdan sonra, santim santim "sanki" yok oldu, bir kadın nasıl bir nota olabilirse, o kadar O'ydu. Kendini kusursuz kılan heykeli tanıdım ben, onu yazmak için kağıda kelime oydum.

İçimde bir yalnızlık oyuluyor şimdi, içim boş kalıyor duyuyorum. Yurdumu söküyorlar, bir daha dikilmemek üzere, deprem gibi titriyorum. Onyedi aralık, yeni bir gün, yurtsuz ve kör bir kedinin, kör sıcaktaki kışı. Bir daha bir bahara ulaşana dek, az ve uz gitmem, uzunca yürümem gerekecek.

Haymatlos bir yolcuyum artık, bu yaz biraz yol üzerinde geçecek.

*

Biricik notam, Re'ciğim, hızırım, yiten son çocukluğum, gözlerini hatırladığımda nevruzu hatırlayacağım.

Böylece bitirmeliyim, yüzüne söylemediğim kelimelerle, birgün okuman dileğiyle. Vermediğim mektubun sonu olarak, dünyanın daima en güzel ve en kısa şiiriyle:

Seni seviyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...