Ana içeriğe atla

Gri Güzden Bir Gecede Party Rock!

Gri bir güz öylece camdan bakarken, hüzünle kalemi elime aldım. Üçüncüydüm, Attila İlhan şiiri okuyor, nemli gözlerle camdan bakarken, bir yandan da mırıldanıyordum. O an farkettim ki içimde bir party animal gizliymiş. Ne mırıldanıyorum diye kendimi dinledim. Sevgili okuyucu kendini dinle, aynayla yüzleş, konsere giderken de Serdar Ortaç the Master Guru'nun posterleri sana yolu gösterecektir. Neyse. Hangi şiiri mırıldanıyorum diye kendimi dinlerken, çok afedersiniz, kendimi "I'm sexy and I know it" derken buldum. Kendime kızdım, kendimi ciddiyete davet ettim, içimden kırk kere gri, kırk kere güz dedim. Gözlerime bulut inmişti, odanın ortasında bir başıma Gangnam Style dansı yaptım. Dün zıplamaktan tabanlarım çürüdüğü için bir süre sonra bıraktım.

Evet, başıma ne geldiyse dün geldi. Kardeşim kolumdan çekerek beni konsere götürdü. Ayran içip DJ'i dinlerken içimdeki ilham çantasını toplamaya başlamıştı. Musiki sanatınının içine eden sanatkârlar sahneye çıktığında "put your hands up in the air" dediler, bir nümayiş ortamı oluştu. "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!" diye bağırmaya başladım, gürültüde kayboldu. Büyük bir ciddiyetle sanatkârların icralarını diye yazacaktım.. Ama, bir gazetemiz "halka yalan söylemek suçtur!" demiş. Gazetenin adı, kendi mottosunu yalanlasa da, ben halka yalan söylemeyeceğim. Öyle olmadı, şöyle oldu.

Bir an ilham geldi, karşımda durdu, bavullarını hazırlamış, "ağbi ben gidiyorum" dedi, "hayırdır" dedim, bulutlu gözlerle "buralar bana göre değil" dedi, "buralara yaz günü kar yağıyor canım" dedim, "ağbi ben ne diyorum, sen ne diyorsun" dedi hiddetle, "ilhamsan ilhamlığını bil, atar yapma bana, gel vedalaşalım da öyle git" dedim. Geldi, yanağından öptüm, öperken kulağına "güle güle git, çabuk dön, ölene kadar seni bekleyemem" dedim. Sinirle geri çekildi, küfrede küfrede gitti.

Ondan sonra, belirsizlik yoktu. Gri yoktu, güz yoktu. Zıplayıp dansediyordum, deli gibi dans ediyordum. Emperyalizme uşaklık, globalizme kahyalık, LMFAO'ya yoldaşlık ediyordum.

İlham hâlâ geri gelmedi. Bir köşede içli içli ağlıyordur şimdi, ama elbette döneceği yer kürkçü dükkanı. Bomboş bir kafayla dolaşıyorum şimdi, düpedüz dûz bir insanım. Güzden düze böylece geldim. Gözlerinizden öperim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi