Ana içeriğe atla

Yirmibeşi Devirirken - Dördüncü Fasikül

Anılar denilen bilinç dolabını açtığımız zaman, okuldan bahsetmemek olmaz. Anaokulu, ilköğretim, lise ve üniversite derken, aklıma gelenlerle epey bir yazabilirim herhalde. Neyse ki, askerliğimi yapmadım, o konuda siz okurlarım müsterih olunuz. (Jandarma ağbilerime not: Kaçak değilim, üniversite öğrencisiyim. Yoksa niye yapmayalım ağbi, valla bak.)

Anaokulu iyiydi güzeldi. Çok sevdim, iki sene okudum. Öyle aman aman birşey hatırlamıyorum. Şöyle birşeydi. Ben doksan santimdim.

Birinci sınıfın okumayı öğrenmekten başka bir yararını görmedim. Hayır, bir zararını da görmedim. Okumayı öğrendiğimden beri, ne bulursa okuyorum, çok okuyorum. Çocukken durakta beklerken yolda uçuşan gazeteleri ayağımla düzeltir okurdum. Okumaya başlamamla beraber, depresyona da girmişim. Şaka bir yana, okumakla alakası olmasa da birinci sınıfta ciddi bunalım geçirdiğimi çok sonradan öğrendim. Okulumu değiştirdiler. Ben birinci sınıftan beri depresyonlara giren çıkan, okuyan ve yazan bir adamım. Boş adam değilim yani. Bana saksı muamalesi yapmayın, çok rica ederim.

Sonradan adam olmayacağıma karar verdim tabii, kendi kendime "oğlum Remzi Serhat, seninle açık açık konuşalım, ikimizde biliyoruz ki senden adam olmaz. Senin adın Remzi Serhat, benim adım da Remzi Serhat, zira ben senim, sen bensin. Bundan sonra senin adın Adamolmazadam olsun." dedim, ama çok sonraydı, ta üniversitede. Kendimin karşısına geçip, "sen bana adam olamazsın dedin ama" diye başlayan konuşmayı yapacağım gün için bileniyorum, ama biliyorum ki kendim, bana lafı çok pis sokacak.

Herneyse.

İkinci sınıftan itibaren, önceki yazımda da adını yazdığım Mübeccel hocamla tanışınca, benim matematiksel deham ortaya çıktı. Hocam, "leb" derken, ben "havuz üç saatte dolar" diyordum. Problemleri hemen çözüp, sınıfın içinde dolanıyordum. Başkalarının dikkatini dağıttığım için, hocam bana daha çok problem verdi, o verdikçe ben çözdüm. Üçüncü sınıfta, hocamın oğlu evde bana özel dersle denklemleri anlatıyordu. X'ler yerine kutular vardı, şöyle ki, "3x" yazmıyordu da "3 █" yazıyordu. Kutunun içindeki sayıyı bulmaya uğraşıyordum. "Deal Or No Deal" (Var Mısın? Yok Musun?) yarışmasının format sahibi kendisi olabilir, bana ders anlatırken aklına gelmiş olabilir, bir araştırmak lazım.

İlköğretim boyunca, karnemde resim ve müzik hariç tüm derslerim 5'ti, resim ve müzik 3'tü. Demek ki bilinçaltıma işlemiş ki, çok sonradan bir güzele baktığımda nota gördüm. Bir defasında, bir sınavdan 2 almıştım, ne sınavı olduğunu hatırlamıyorum, Mübeccel hocam, müdür yardımcısı görür de inanmaz diye, eliyle 2'yi 3 yapmıştı.

Altıncı sınıfta, Tübitak olimpiyatlarına çalışan gruptaydım. ÖSS kitaplarıyla çalışıyorduk, her akşam yüzlerce soru çözmemi istiyorlardı, ama ben artık tembeldim, üşeniyordum, zor geliyordu. Kendi kendime karar verdim, "ben çalışmalardan ayrılıyorum" diye aileme açıkladım. Babam, sağolsun kararıma saygı duydu, ama "çok iyi düşün, sonra çok pişman olursun" diye de uyardı. Biti kanlanmaya başlayan ben, çok iyi düşünemedim. Hiç düşünmedim. Ayrıldım. "O son dubleyi içmeyecektik" pişmanlığını, "o çalışmalardan ayrılmayacaktım" diye çok yaşadım sonra. Babam haklıydı.

O çalışmalardan ayrıldım, siyasete ilgi duymaya başladım. 99 Marmara Depremi sonrasında, bir Kızılay skandalı patlamıştı. Okulda da Kızılay haftasının etkinlikleri vardı. "Ben, halkın parasını yiyen Kızılay için törene katılmam" deyince ben, ortalık biraz karışmıştı. Babamı okula çağırmışlardı.

"But I'm lazy like sunday morning."
Lazy - Kultur Shock (Integration, 2009)

Çalışmalardan ayrılmamla beraber, "çalışmak" denilen şeyi tamamen bıraktım. Lise hazırlıkta ödev yapmayı da bıraktım. Serbest düşüşe geçtim.

Lisede vasat bir öğrenciydim. İlginç başarılarım vardı yine de, Almanca'da 100 üzerinden 3 almıştım bir defasında. Lise birde sınıfta kalmaktan kurtarma sınavlarıyla kurtuldum. Karnemde "sınıfta kaldı" bölümü işaretlidir. Lise iki de pek farlı değildi, aşık oluyor, depresyona giriyor, öylece vakit öldürüyordum. Durmadan yazıyordum, nefessiz yazıyordum. Lisede yazdığım, yüzlerce sayfa, bir klasör içinde odamı hâlâ işgal etmektedir. Pek yazık ki, yazdıklarımın çoğu, yeniden işlenmedikçe edebi çöp. Çok yazmak, iyi yazmak değildir. Hatta, çoğunlukla kötü ürün vermektir ne yazık ki.

Bir de burada, siz gönül dostlarına yazmam gereken birşey var. Altı yaşından beri içime bazen yetmiş yaşında bir dede kaçıyor ve nasıl oluyorsa, bir huysuz ihtiyara dönüşüyorum. Bunu yenmeye çalışmakla beraber, hâlâ tam olarak yendiğimi söyleyemem. Lisede beni çekilmez bir adam yapmıştı bu kusur, kimse de pek çekmemişti. Sağolsun, bir arkadaşım uzun süre direndi, onun hakkını yiyemem. Ben olsam beni çekmezdim, kimseye birşey diyemem.

Lise üçte, yazdıklarıma yeni bir yön verecek birini sevdim. İkinci fasikülde ve ağustosta bir yazıda ondan bahsetmiştim. ÖSS'ye yeterince hazırlanamadım, ona yazılar, şiirler yazmaktan. (Bahane güzelmiş) Ama bir hocam sayesinde, hatta iki hocam sayesinde matematikle barışmam yine bu senededir. Lise bir de tek hanelerde gezerken, türevle ilgili sınavda 98 aldım, böylelikle de ortaöğretim hayatını bitirdim.

İkinci sene girdiğim ÖSS'den de hiç fena olmayan matematik netleri çıkarınca, matematikle yeniden aşk yaşamaya karar verdim ve ismini yanlışlıkla duyduğum "ekonometri" bölümünü bilerek ve isteyerek seçtim. Duşta suyun altında düşünürken "ben ekonometri okuyacağım!" dedim, duştan çktım, giyindim (evreka, evreka!) durumu aileme açtım. Babam, sağolsun, yine kararıma saygı duydu.

Peki ne oldu? Yeniden vasat bir öğrenci oldum, yine bol bol aşık oldum. Sevdim sevilmedim, seveni de ben sevmedim. Okudum, yazdım. Kampüste bankta oturup geleni geçeni izledim. Böylece, Adamolmazadam oldum.

Tabii, 16 aralık 2010. Re'yi, Re olarak gördüğüm akşam. Adını bilmezken, ona isim verdiğim akşam. Bu sene, o geceyi ona anlatacağım sene. Anlatabilirsem. Bu sene son senemiz, bu sene onu kaybedeceğim sene.

Evet, böylece oldukça eğlenceli üslupla yazdığım yazıyı, duygusal bir biçimde bağladım. Nasıl yaptım? ("Temiz Hava ve Dostluk'un yazarından.)

Not: Siz gönül dostlarına, yazıda bir "easter egg" olduğunu söylemeyi borç bilirim.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...