Ana içeriğe atla

Yazıda bir çatlak.

Sürekli yazmaya çalışıyorum. Önceki yazdığım yazıda bir çatlak bulup, onu büyüterek oradan bütünü parçalamak, yeni bir yazı çıkarmak istiyorum. Kafamın içindeki ağırlaştıkça, sıcak bastıkça, sevdiğim kadının yanında bir gölge kadar değerim yokken vesaire, herşeyi parçalar gibi yazıyorum. Öyle istiyorum, öyle düşünüyorum.

Düşünmeyeceksin, diyorlar. Haklılar da. Ama, düşünmeyince ben bir başkası olacağım. Çünkü, ben düşünürüm, öyle yapmam lazım. Elimde ne yoksa, yoklukların yerine o güzel'i koymam lazım. Güzel de benim değil, güzelin umru da değilim, ama birşey değişir mi? Değişir. Ama, yapacağım birşey yok. Olmamış geçmişler yaratıp, sırıtırım kendikendime hiçbirşey yoksa elimde.

Kendim. Benim en kadim dostum ve en büyük problemim, aynadaki adam. Aynı hataları tekrar eden, kendini düzeltemeyen, düzeltemedikçe de yalnızlaşan adam. Yalnızlaştıkça da huysuzlaşıyor üstüne üstelik. En beteri, onbeş yaşından beri zaman zaman yetmiş yaşına gidip geliyor. Kendimi az çok biliyorum, kendimi tanımak zorundayım zaten. Okuyarak ve yazarak, en başta kendi sokaklarımı dolaşıyorsam, zahmet olmazsa, ilk önce kendimi biraz tanımalıyım. İnsan sürekli değişir, amenna. Yine de değişimlerini de takip edebilir. Kendi ruhunun başında bir bekçi bırakmalı insan, bir parçasıyla sürekli kendini izlemeli.

Peki bu kendini sürekli izlemek hâli bir yerde narsizm'e çıkar mı? Hepimizin bulanık suyun narsistleri olduğumuz bu zamanda, narsizm'e nereden çıktığımız meselesinden çok, narsizm'den nasıl kurtulacağımızı mesele etmeliyiz.

Hepimiz bulanık suyun narsistleriyiz. Herbirimiz, kendimize özel havuzumuzda, aynaya bakmak yerine, kendimize bu bulanık sudan bakıyoruz. Yüzümüz seçilmiyor, gözümüz görülmüyor, görüneni katlanır kılıyor, bizi kandırıyor. Aynada gördüğümüz kendimizden korkuyoruz, gerçek olan hiçbirşeye tahammülümüz kalmadı. Gerçeği yadsımak için, umudu, aşkı, edebiyatı, şiddeti, şehveti kullanıyoruz.

Güzelliğimizin yahut öfkemizin yansımasına bulanık suda bakıp, gerçeği, asıl olanı, insana ait olanı yadsımaya çalışıyoruz.

Aslolan, birbirimize benzer kaderimiz, kusurluluğumuz, kırılganlığımız. Bunlara rağmen değil, bunlarla beraber yaşamayı becerebildiğimizde, güzel bir hayat yaşıyoruz.

Ben becerebiliyor muyum? Hayır. Neden yalan yazayım, bazan aynada kendime apaçık bakıyorum, bazı zaman o bulanık suda kendimi görmek istiyorum. Kendimi kandırmak istiyorum. Bilerek. İşin tuhaf yanı, kanıyorum da. Yakışıklılığıma bile inandığım oluyor. Yahut çok güzel yazdığıma.

O'na yazdığım için, onu hakettiğimi düşünüyorum bazan. Onu, sevdiği adamdan daha çok sevdiğimi sanıyorum. Tut ki öyle, sahiden de daha çok seviyor olayım, sevdiğim kadın o adamı sevdikten sonra ne değişir?

Kendini daha çok seven birini sevmez insan, buna mecbur değildir, üstelik aksini yapmakla da meşhurdur.

Kendi kusurlarını bilen, ruhunun karanlıklarını bilen, bildiğini sanan bir kimse olarak, bazan değil pek çok zaman o bulanık suda kendime bakmaktan kurtulamıyorum.

Yine de aynaları da ihmâl etmemeye çalışıyorum. Güldürmeyen aynalara da bakıyorum, sağolsun kimi zaman ayna gibi dostlar da konuşan aynalar olup, yüzümü bana gösteriyorlar.

En büyük korkum da defalarca yaptığım üzere, dostlarımı kaybetmek. En büyük yeteneğim de bunun üzerine pek yazık.

Bu sefer kendimi yenmek, bu sefer kendimi bilemek istiyorum. Kendini bilmek, öte türlü hiçbir anlam ifade etmiyor.

*

Gerçeği yadsımak için aşkı kullanmayı, yazabilirim. Bir sonraki yazının başında izleyeceğim çatlak bu olsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...