Ana içeriğe atla

Bilinç kanaması

Nerede bıraktıysam, oradan başlamalıyım.


"(...) Onun için kendimden kaçmak için değil, kendimden koşmak için, kendikendime konuşmak yerine, yabancı kimse'lerle, hiç hatırlanmayacak kelimeler konuşuyorum."  


Başlamalı mıyım? Bıraktığım yerden mi başlamalıyım? Başlamak denmez ki buna, hemen hiçbirşeye başlanmaz. Belki birşeylere başkalanır. Belki de sadece kelime oynuyorum. Oynuyorum, ama kendimi oynuyorum, daha abartılı mimiklerle belki.


Bir ara, aşağıdakini yazmışım, başka yerde paylaşmışım.


"(...)istediğini bilmeyen biriyim ben, bildiğim istediklerimi de gerçekleştirecek güç yok. kararsızlık, eylemsizlik, tembellik, hepsi bende. böyle yazdığıma bakmayın, ayıptır söylemesi, kendime olan guvenimin de oturduğu zamandayım, belki de zaten bundan yazıyorum, kendim olabiliyorum artık. insan nasıl başkası olabilirse, öyle derler ya, "kendin ol". her zaman kendin'sin oysa, neysen o da sensin. edebiyatın varlığından beri söylenen "maske"ler var ya, maske'ler aslında yüzündür, ya da yüzün olur bir süre sonra. kendini tamamen saklayabileceğin bir kişilik yaratamazsın ki. sonra hergün başkalaşırsın, kendini tanıman bile günden güne eksik kalır. bir süre sonra, yüzünün şekli oturur. belki de toprak'tan yaşatıldığımız için testi gibi zamanla oluyoruz. sakın oldum diyorum sanmayın "olmaz"ım ben, yabancı'yım ben. iyi insan da değilim, insan olmak yolunda, günahıyla sevabıyla, dengesiz bir dengede, bir kimseyim. insan olamadan, toprak olacağım belki, ama adam olmayacağım.(...)"

Benim derdim, iddialı cümleler belki. Yazdığım cümleleri yaşayamıyorum pek çok zaman. O zaman, yazan ben ile yaşayan ben bölünüyor, iki ben oluyor, kendikendimi yenip yeniliyorum.

Öyle. "Kendimden koşarken", ikiye bölündüm, geçen zamanda. Kendime uzaktan baktım, kendime içten kızdım. Sonra, barıştım. İnsan, kendisiyle barışmayıp ne yapacak?

Kendisiyle barışıp ne yapacak? Hele "kendisiyle barışık" deyimini hiç sevmem. İnsan kendisini sever elbet, bu göz benim gözümdür, ne güzel, der. Der, demez değil, ama insan kedisini de sever örneğin. Demeyip ne yapacak?

Hiçbirşeye başlanmaz, hiçbirşey bitmez derken, zamanın bir yanılgı olduğu geldi aklıma. Aklımızın yarattığı bir yanılgı. İnsanı bir'den ayıran şey, zaman denilen. Bir'i parça parça edersen, zaman geçtikçe, sen bile iki parçaya bölünüyorsun işte.

Hiçbirşey bitmez. Belki sadece bir yanılgı daha. Birşeyler bitiyor değil mi. Soru işareti'yle hâlâ barışamadım, çünkü hiç küsmedim. İnsan, soru işaretine darılıp ne yapacak?

Kendim olabiliyorum artık yazmışım. İddialı, yalan da değil, ama doğru da değil. Mesela geçen gün, bir arkadaşa kendimi yazarken olabildiğimce, yekpâre kendimdim. Fazla kendimdim, belki, sonra gece oldu dilim şiirlendi.

Şiir yaşamak benim gerçeğim. Şiir yaşar gibi, fazla kelimlerden azade bir hayat yaşıyorum. Ama, yaşadığım hayat kendimin ki değil de, yazdığım hayat kendimin ki gibi hissediyorum. Özellikle, ötede onu görünce, yaşadığım oynamak'a, hareketlerim abartıya dönüyor. Sesim, bir tiyatro oyuncusu gibi çıkıyor. Oysa, ses yine benim sesim.

Her akşam, yine akşamhüznü çöküyor. (Yazının sürekliliğini bozdum. Yazının sürekliliği bu yazıda biraz süreksiz, hatta gereksiz.) Her akşam, yine akşamdır belki. Yılın son akşamı da akşamdır, şimdi başka bir yılın ikinci akşamı da.

Kulağım kanarken, bilincim akıyor. Kulağımın kanaması, benzetme değil, bıçakaltı soğuğu bekleyen bir gerçek. Bilincimakışı, bu yazıdır. 

Bilincimin altı üstü bir, bilincimin altını üstüne getiriyorum, ne aradığımı bilmiyorum. Aramıyorum da aslında, ne arar insan bilincinde. Pamuk gibi de değil bilincim oysa, neye benzetmeliyim, hiç görmedim bilemem, ama pamuksu değildir sanırım.

Herneyse.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...