Ana içeriğe atla

Kimsizlikle Konuşmak

Yüzüm düştü, düşlerim döküldü, kendi şehrimde kendimden uzaklaşmanın bir yolu olarak kendimden koştum. Ruh göçebe, beden şehre bağlı olunca, hâl arafta, gözler bulutlu ve hava yağmura meyyal oluyor.  İki gecedir, tanımadığım insanlarla konuşuyorum. Kimse'lerden biri olmak güzel, kayıp ruhlar ormanında bir ruh gibi. Tarihsiz ve anlamsız bir meydan kadar. Araf'a benzer bir yerde, arada bir halet-i ruhiyede, sanal oratamda sohbet ediyorum.

Ben "hiçkimse" oluyorum karşımda ki insan bir kimse. Onların kimlikleri belli, benim ki, aslında olması gerektiği üzere kimliksiz. Öylesine konuşuyoruz, sanal dünyanın içinde. İlk akşam, İstanbul'da üniversiteli bir kızla konuştum. Nelerden bahsettiğimizi pek hatırlamıyorum, okulda yaşadığım "yanlış yerde olduğum" hissinden bahsettim biraz, biraz da öylece konuştuk. Sonunda bir kimse oldum ben de, Adamolmazadam'ım dedim, işte bu blog'un adresini verdim. Yolu düşer okursa, selamdır.

Sanırım bu bir terapi. Yahut dün konuştuğum birine söylediğim birine dediğim gibi, "yolculuğa benziyor tanımadığım biriyle konuşmak". Ama, o öbür tezimi tuttu, "bedava psikolog belki" dedi, yolculuğa benzetmedi. Kim bilir?

Sonra, trenle yolculuğun bile dinginleştiremediği huzursuz ve öfkeli zamanında, onyedi yaşında bir genç kızla konuştum. Kendi 2004'üme benziyordu konuştuğum, ben de onun 2018'i olarak konuştum. Umut veremedim, ama umutsuzluğa düşmemesini söyledim.

Başka sohbetler ediyorum, bayağı sorulardan uzakta. Hiç tanımadığım, tanımayacağım gölgeler, tanıdığım çoklarca insandan daha çok oluyorlar. Gölge oyunu oluyor konuşmak, perdeler tepemize yıkıldı, halimiz viran, sahibine haber veremiyorsak, suretine dert ediyoruz, ben konuşurken böylece konuşuyorum.

Hepimizin yorgunlukları, güne ve zamana küskünlükleri o kadar benzer ki, az kazıyınca sihirsiz bir aynaya bakıyoruz. Öteki canlarımız, Leyla'larımız, Pia'larımız yahut Lavinia'larımız; Tülsü'yü sevmeklerimiz ve bir porte'nin önünde donakalmak hâlimiz ile, birbirlerine bakan bir'den fazla değiliz.

Onun için kendimden kaçmak için değil, kendimden koşmak için, kendikendime konuşmak yerine, yabancı kimse'lerle, hiç hatırlanmayacak kelimeler konuşuyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...