Ana içeriğe atla

Başka Bir Yazı

"Şey içinde şey var." Istanbul'daydım bu cümle aklıma düştüğünde. Istanbul, şehrilerden bir şehir, belki en güzeli, belki en fena'sı, herşeyin sonsuza gittiği o şehir'e de çok yazılmıştır, o şehir'de de çok yazılmıştır. Istanbul'dan başka yerde düşemezdi belki aklıma bu, belki bu cümle ve anlamını bulmak için oradaydım. Anlamını bulduğumu söylemek, yahut anlamımı bulduğumu söylemek, kendimi kandırmak olur; anlamı'ı ararız, bu arayışta varoluruz. Aramaktır, yaşmak; kimisi en uçlara giderek arar, kimisi kendi içinin derinlerine yolculuk yapar.

Deri'nin altında, derinlerde birşey var; bazı insan işte onu aramak için,  kendi'ne bakar; hemen herkesin baktığından başka bakar, "kendini feda etmek" denemez çünkü en çok da kendisi için girmiştir uçsuz karanlığa. O karanlıktan, anlam'a yakın ya da uzak başka kelimelerle çıkar, o kelimeleri bir şekilde insanlara aktarır. Bu, sürekli yolda olma halidir. Sürekli evsiz bir göçebe olmak, hatta olmaya çalışmak. Göçebeleşmek.

"Şey içinde şey var." Kendi evimde yazıyorum bu yazıyı, kendi şehrimden hiç uzağa düşmedim uzunca, ama dünyada bir Kıptî kadar uzunca yol'dan geldim sanıyorum, önümde de uzun bir yol varmış gibi.  Esasında geçtiğim belki de hep aynı sokaklar.

Her birimiyle tavaf'ta ki bu evrende, ev'imi bulmak yok geliyor bana. Bir evim olsa, döndüğümde yerinde bulamam sanıyorum. Daima göçebeysem, her yerde misafirim. Ben misafirsem, kulak da misafir bazan, insanları dinliyorum. Bir kalabalık içinde, o kalabalık'ı dinlemekten daha anlamlı bir türkü gelmiyor akıla, ama bir an geliyor ki, kalabalık kaç kişiyse o kadar kollu, o kadar gözlü bir canavar oluyor, terliyorum.

Göçebe olmaktan mı yabancı'yım, yabancılık'tan mı göçebe. İşaretsiz bir soru. Anlamı yok, cevabı yok. Bir neden ve sonuç yok, sadece var'lar, işte aynı insanı bir görüp, bir kör olmam gibi.  Şey içinde şey var'sa, bütün ikilikler bir'den vardır.

Herşey bir kelime, biz okumayı yahut kör olmayı seçeriz. Gözle birşey görülmez, göz bir araç'tır, herşeyi içinde görürsün, ya beyninin içinde, ya ruhunun. Göz bozuksa göremezsin ama, göz'ün çalışması görmeye yetmez ya, o fena.

*

Şey içinde şey var, dışımızda bir şeytan var, ama bazen insan; şeytan. Kimseye söylemiyorum, hayır üzerine alınana da değil, sadece kendime söylüyorum, kendime diyorum, sonra soruyorum bazan unutunca "Demedim mi?" diye, işaretiyle. Yazarken güzel olanı yazmak kolay, yaşarken öyle yaşamadın mı, yazılanlar sadece yazı oluyor. Yazılar, insanın üzerine yük oluyor, yazmak bir savaş,  yazdığını yaşamak bir diğeri.

Dua etmek gibi, dua edilen şeye doğru eylem olmadıkça, dua durur sadece. Söylemekle ezberlersin, ezberden söylersin bir süre sonra anlamını unutarak. Sonra söylemeyi de unutursun. Yazmak da böyle, yazılan her kelime, bir tek Kelime'den olduğu için, yazdığını yaşamazsan, dünya içinde arafta yaşarsın.

Kendi şeytanımla mücadeledir, benim hikâyem, bana yazılan içinde ben de size yazıyorum. Bazan suret'i yazıyorum, bazan Hakikat'i yazmaya mücadele ediyorum.

An geliyor, suret'in telaşında unutuyoruz, suret sonunda bir aynadır, kırılınca kesiliyoruz da, Hakikat kelamına dönüyoruz.

**

"Şey içinde şey var"ı belki pek anlatamadım, belki sadece o cümleden yol bulup başka şeyler yazdım, yazdıklarım daha önceden yazılmamış şeyler de değil, kim bilir bir başka'sının bir zaman yazdığı bir yazıyı kelimerin yerleri değişik olarak yazdım. Hatta, aynısını.

Yunus'un "Bir ben vardır bende, benden içeru"su, sadece bu mısrasıysa bile, benim tüm yazdıklarımı içinde tutuyor, tutuyor ve aşıyor, öyle ise neden yazdım. Aynı sokak'tan geçtim diyemem de, aynı ülke'ye girdim Yunus'la. İsmimde hâdd var, bir anlamı "bileme", bir anlamı "sınırlama", hâddimi bilerek başlamalı, bilenmeli'yim önce.

Hâddimi bilmeye uğraşıyorum. İçimde şeytan'ın varlığını biliyoum önce, kendimi bilerken, şeytanı köreltmeliyim.

Ondan başkasını bildiğimi söyleyemem. Bilmediğim içinde aramaktayım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin ...

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur...

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi...