Yeni bir ay geliyor, bir ay bitiyor. Gökyüzü ne zamandan sonra bulutlu. Yağıyor. Benim usumda adını bilmediğim (bilmezden geldiğim) bir duygu var, yağmurun getirdiği bir hüzün belki de.
Kendimi tanıyorum bu ara en çok, insanlar hakkında peşin (yanlış) hükümler vermek yerine, kendimi sorguluyorum, soruyorum kendime. Kendime gücendiğim oluyor, kendime kızdığım oluyor, kendime acıdığım oluyor, şeytan olup kendimi nefs aynasında gördüğümden kendimi tavuskuşu sandığım oluyor. Çünkü çok çelişik bir adam, karışık bir adam, herkes kadar. Senin kadar bir insan ve senin kadar basit, sıradan. Hikâyesi kendine tuhaf, yazdıkları kendince güzel.
Kendimi tanıdıkça, Re'yi tanıyorum. Re'nin hakikat'ını aradığım bir suret olduğunu biliyorum. Raif efendi'nin baktığı, günlerce baktığı "Kürk Mantolu Madonna" tablosu gibi, hayranca bakıyorum ona. Ama Raif efendi olamayıp, içinde Maria Puder'i arayamıyorum. Çünkü benim seyrettiğim tablo canlı ve yanında bir adam var.Ayrıca, neredeye korkuyorum, onu tanımaktan. Hayalimden farklı biri çıkar diye, bir insanı tanımamak ne kadar tuhaf oysa. Üstelik onu tanımamak için, çevresine hiç girememek, sessizce uzaktan, üstünkörü birkaç lafla akşamlar geçirmek tüm o kalabalıkla. Kabalık en başta, sonra manasız bir davranış.
İstemeden, Raif efendi oluyorum, ama onun kadar hikâyesi olmayan, Maria Puder'ini bulamamış ve kaybetmemiş, ondan oldukça genç, çıkmazlarla dolu bir adam.
Yanlış. Çıkmazlarla dolu değil de, kendine durmadan çıkmaz'lar yaratan bir adam olmaz.
Aslında kalabalıktan kaçmamın nedeni Re de değil, benim. Tuhaf bir şekilde, belki de yaradılış itibariyle. İçinde yeni dostlar, yeni muhabbetler ve belki de O'nu bulabileceğim insanlara sokulamıyor, insanların bana gelmesini bekliyorum. Bunu bilmeyen bir kalablık içinde ise, dışarıda belki küstah ve kaba, belki çekingen bir beşer olarak görülüyorum. Belki de, görülmüyorum bile, o da fena.
Kendime neden sürekli çıkmaz yartıyorum, bunu da düşünüyorum. Dramatik ögeleri yoğun bir hayat yaratıyorum kendime, usumca. Oysa, sıradan olmak'tan bahseden ben iken, süper kahraman'ı olduğum bu evreni kaotik yapmamın, herşeyi şiddetle yaşamamın nedeni ne. Yazmak mı, onu ne zamandır doğru düzgün yaptığım söylenebilir mi. Defterlere acele yazılar karalıyorum sadece, şiir yazmaktan vazgeçtim, öykü ne zamandır yazmıyorum.
Şiir yazmıyorum, ama şiir yaşıyorum. Kâh "Süleyman Efendi" oluyorum, kâh "Dalgacı Mahmut". Nedense, sanki bir Orhan Veli şiirine hapsolup yaşıyorum yaşamı beni bu güzel havalar mahvediyor bahar olunca mesela.
İşte mesele bu, mesel'im bu benim, "to or not to be" mesele falan değil. Mesele insan. Şiir yazan ve yazdıran, karmaşık ve o heybetli; ama o basit ve aciz, siyah ile beyazı içinde büyüten, bazen beyaza bulanan, bazen siyaha dolanan, renkleri de görebilen insan. İnsan olmaktan zor birşey yok. Bu farkındalıkla yaşamak, beni yoran hayat hikâyem, mesel'im bu.
Bir varmış, bir yokmuş diye başlamadıysam da mesel'e, Can Yücel'in ağrına gitmesin, içine dokunmasın diye.
Kendimi tanıyorum bu ara en çok, insanlar hakkında peşin (yanlış) hükümler vermek yerine, kendimi sorguluyorum, soruyorum kendime. Kendime gücendiğim oluyor, kendime kızdığım oluyor, kendime acıdığım oluyor, şeytan olup kendimi nefs aynasında gördüğümden kendimi tavuskuşu sandığım oluyor. Çünkü çok çelişik bir adam, karışık bir adam, herkes kadar. Senin kadar bir insan ve senin kadar basit, sıradan. Hikâyesi kendine tuhaf, yazdıkları kendince güzel.
Kendimi tanıdıkça, Re'yi tanıyorum. Re'nin hakikat'ını aradığım bir suret olduğunu biliyorum. Raif efendi'nin baktığı, günlerce baktığı "Kürk Mantolu Madonna" tablosu gibi, hayranca bakıyorum ona. Ama Raif efendi olamayıp, içinde Maria Puder'i arayamıyorum. Çünkü benim seyrettiğim tablo canlı ve yanında bir adam var.Ayrıca, neredeye korkuyorum, onu tanımaktan. Hayalimden farklı biri çıkar diye, bir insanı tanımamak ne kadar tuhaf oysa. Üstelik onu tanımamak için, çevresine hiç girememek, sessizce uzaktan, üstünkörü birkaç lafla akşamlar geçirmek tüm o kalabalıkla. Kabalık en başta, sonra manasız bir davranış.
İstemeden, Raif efendi oluyorum, ama onun kadar hikâyesi olmayan, Maria Puder'ini bulamamış ve kaybetmemiş, ondan oldukça genç, çıkmazlarla dolu bir adam.
Yanlış. Çıkmazlarla dolu değil de, kendine durmadan çıkmaz'lar yaratan bir adam olmaz.
Aslında kalabalıktan kaçmamın nedeni Re de değil, benim. Tuhaf bir şekilde, belki de yaradılış itibariyle. İçinde yeni dostlar, yeni muhabbetler ve belki de O'nu bulabileceğim insanlara sokulamıyor, insanların bana gelmesini bekliyorum. Bunu bilmeyen bir kalablık içinde ise, dışarıda belki küstah ve kaba, belki çekingen bir beşer olarak görülüyorum. Belki de, görülmüyorum bile, o da fena.
Kendime neden sürekli çıkmaz yartıyorum, bunu da düşünüyorum. Dramatik ögeleri yoğun bir hayat yaratıyorum kendime, usumca. Oysa, sıradan olmak'tan bahseden ben iken, süper kahraman'ı olduğum bu evreni kaotik yapmamın, herşeyi şiddetle yaşamamın nedeni ne. Yazmak mı, onu ne zamandır doğru düzgün yaptığım söylenebilir mi. Defterlere acele yazılar karalıyorum sadece, şiir yazmaktan vazgeçtim, öykü ne zamandır yazmıyorum.
Şiir yazmıyorum, ama şiir yaşıyorum. Kâh "Süleyman Efendi" oluyorum, kâh "Dalgacı Mahmut". Nedense, sanki bir Orhan Veli şiirine hapsolup yaşıyorum yaşamı beni bu güzel havalar mahvediyor bahar olunca mesela.
İşte mesele bu, mesel'im bu benim, "to or not to be" mesele falan değil. Mesele insan. Şiir yazan ve yazdıran, karmaşık ve o heybetli; ama o basit ve aciz, siyah ile beyazı içinde büyüten, bazen beyaza bulanan, bazen siyaha dolanan, renkleri de görebilen insan. İnsan olmaktan zor birşey yok. Bu farkındalıkla yaşamak, beni yoran hayat hikâyem, mesel'im bu.
Bir varmış, bir yokmuş diye başlamadıysam da mesel'e, Can Yücel'in ağrına gitmesin, içine dokunmasın diye.
Yorumlar
Yorum Gönder