Ana içeriğe atla

Açılım hakkında ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilecek bir yazı

21.10.2009 tarihinde yazdığım yazı


Ne savaş baltasına sarılıp, kör milliyetçi ve nefret doluyum bu olanlara, ne de barış halaylarına katılacak kadar inanmış durumdayım.

Korkarım barış halayları tek taraflı olursa, Türkiye'nin tüm halkları bu halaya canı gönülden yer almazsa, bu halay eksik kalır.

"Barış" sözcüğüyle hareket edenler, (aslında savaş halinde olmayan halkları) barıştırmak istediğini iddia edenler, gelen kafileyi kahraman gibi karşılayarak, "özerkliği" çözüm gösteren slogan taşıyan parti otobüsünde dolaştırarak, Türk milliyetçilerini (isteyerek ya da istemeyerek) provoke etmektedir.Onların "çözüm" konusundaki kuşkularını körüklemekten başka birşey yapmamaktadırlar.

Otuz yıllık PKK döneminde, hiçbir zaman topyekün savaş halinde olmamış, aksine homojen yapısını muhafaza etmiş iki halkı, birbirine düşürmek istiyorlarsa, izledikleri yol doğrudur. Niyetleri "barış"sa, ona göre adımlar atmaları beklenir. Savaş'ın artık "barış" adı altında nice ülkeye tecavüz ettiğini unutmalılar.

Öte yandan, Türk milliyetçileri de bazı şeyleri kabul etmelidir. Bunların başında, PKK örgütünü kuran etmenlerin bizzat devlet'in içinde olduğu, çeşitli komplolarla Kürt halkının PKK'ya sempati beslemek, hatta bağlanmak zorunda bırakıldığı gerçeği gelir. "Türk Ordusu" diye övündükleri ordu'nun paşalarının tümü NATO paşasıdır ve (en hafif şekliyle yazarsak) ABD liyakat'ına mazhar olmuşlardır. Bizzat ordu, Kürt halkını dağa çıkmaya zorlamıştır. Faili meçhulleri, köylerde, şehirlerde yapılanları reddetmeyi hazmedebilseniz bile, herhalde en azından "Diyarbakır Cezaevi" gerçeğini de yok sayamazsınız. Türk aşırı milliyetçilerinin de, halk kardeşliği yerine Kürt düşmanlığı yaptığı su götürmez gerçektir.

Türkiye'de Kürtler, devletin her kademesinde görev almıştır, mahallelerimiz, şehirlerimiz hiçbir zaman ayrılmamıştır. Öte yandan, kırk bin kişi ölmüş, haddi hesabı olmayan para kaybedilmiş, güneydoğu sınırındaki kaotik oratamdan her türlü kaçakçılık nemalanmıştır.

Tüm bu gerçekler ışığında, birşeyler yapılmalı, bu devlet tarafından yapılmalıdır. Ama bu süreç, giderek hayal edilen amacından uzaklaşmakta, komşularıyla barışmış, Mustafa Kemal'in "barış" arzusuna yaklaşmış bir ülkeyi, yine "barış" adı altında içeriden kutuplaştırmaktadır. "Türk bölücüler" kavramının bu süreç'te icat olunduğu, bu konuda önemli bir uyarıdır.

Mustafa Kemal'den sonra, sürekli hayali düşmanlarla savaşan, Don Kişot misali yeldeğirmenlerinin birinden diğerine koşturalarak aptal edilmiş, sürekli ve kolayca manipüle edilmiş bu halklar, komşularının düşman olmadığının ayırdına varmışken, içeri de yetmişli yıllara dönme hatasını yapacak olursa, bu yaptıkları son hata olabilir.

O yıllarda, "ABD defol!" diye bağıran Deniz'lere satırlarla saldıranlar, bugün her taşın altında ABD'yi aramaktadır. Kendi içlerinde bin freaksyona ayrılıp "dünyanın tüm emekçilerini birleştirmek" hayaliyle, sadece ölen ve öldürülünlerden arda kalanlar ise bugün her taşın altında kendi çıkarını aramaktadır. Ama, sonuçta "onun bunun çocukları" (bkz. "our boys") yönetimi devralınca, görüş ayırt etmeden bütün gençleri işkence sephalarında katletmiştir. Bin tane freaksyon'un çoğu bir günde kapanmış, yeşil kuşak'ın milliyetçileri de ordu'larının merhametiyle tanışmışlardır. Sonunda, işkence sephalarında yan yana geldiklerinde çok geç olmuştur.

Korkarım, bu sefer tarih bizi böyle bir cezayla da affetmez, gazabını gösterdikten sonra ise, çok geç olur.

Yazık olur.

Yorumlar

  1. Bazı düşüncelerinize katılmakla beraber, Ordunun kürt halkını dağa çıkarmaya zorladığı düşüncesini tamamiyle askere atılan kara bir leke olduğunu düşnüyorum. Milliyetçi kardeşlerimizinde kürt kardeşlerimizi düşman olarak görmediğine eminim.ayrıca pkk'nın bu kadar baş kaldırmasının arkasında hem güneydoğuda yaşayan bazı kürt vatandaşlarının 'haince' desteğinden hemde siyasi boşluğun olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu işin çözümünüde 95 yıllarında yaptığımız gibi yine Amerikaya bırakacak olursak 'vay halimize'...

    Naruto

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi