Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şemsiyeci üçlemesinin hikâyesi.

Havada, Paris'te ve İzmir'de üç şiir yazdım ve bunları yayınladım. Şiir yazdım demek de lafın gelişi, şiir karaladım; pek tabii ki, eksik şiirler bunlar. Olmamış, ham! Çünkü evvela, aceleyle yazdım ve öylece yayınladım. Neredeyse çalakalem. Böyle şiir mi olur? Olmaz olsun.  Kendimi zaten, " yarım kalan öykülerin yazarı,  olmamış şiirlerin şairi  ve makina imalatçısı " olarak tanımlıyorum. Yazdığım ve yaşadığım bir çok öykü yarım kaldı hayatımda, şiirlerim daima olmamış ve olmasını da pek umursamıyorum açıkçası ve en nihayetinde makine imalatçısı bir sanayiciyim. Bu yüzden şemsiyeci şiirleri diyorum bunlara. Hikâye meşhur; bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare’e gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı şu olur: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın.” Ben de bu defa bir sanayici olarak şiir yazmaya giriştim ve o hevesli şemsiyeciden çok da farklı görmüyorum kendimi. Hem Aziz Nesin'in dehşetli isabetin...

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Orada

“ ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmese ” 1 Voltaire dönerken yedinci uykusuna sirenler uyanıyor şehir karışıyor şehvete şu caddeden bu sokağa giriyor Pia yüzünde muğlak bir gülümseme ilişmeyin Voltaire uyuyor arkamda sağımda derince bir sürgün uykusu Pia kimin yanında yatıyor yalnızlığında eksik bir uyku kapımda doğrusu 2 Voltaire uyuyor günlerden Aziz Valentine seni gitmeden mutlaka görmeliyim sana demeliyim ki bir yolculukta hatıra değil midir zaten insan insana 3 Voltaire sessiz yerküre sakin bir taş yuvarlanınca Luxembourg bahçesinden Saint-Germain bulvarı yırtıldı ortasından bir kedinin acelesiyle aniden 4 Sivastopol bulvarında var bir eczane Voltaire dediğin de uyanmaz böylece aman da cânım Kaptan izin ver bize ve aklımda son bir dize

Yolda

“ yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir ” 1 yanlış kitaplar doğru sokaklarda dilimde her dilde dil bilmediğim yanılgısı doğru bir dünden yorgun elimde bir düğümden kalma korkum elimde değil bu kitaplar yanlış yollarda geziyor aklım buz üzerinde bir gözlük kim bilir bildiğimi her dilde yenilgiyi elimde kuleden düşme korkum yanlış öptüm doğru sarıldım yokluğu yokluklara karıştırdım her gözlüklüyü hamdi sanırdım elimde korkum sadece korkum 2 bir bakışın yanlış anlamıydım bir bakış yanılışı bir gül yanılgısı bir nakışta atlanmış ben bir bakışın yanlış anlamıydım ben yanlış bir bakışın doğrusuyum doğrusu bir adam duyuyorum aynanın taksirinde bir çocuk büyüyor musanın teknesinde artık babam radyoyu kulaklarımda dinliyor parçalanıyor hem toplanıyor bir çocuğun sokağına çıkıyor merdiven çelişkilerimde bir çocuk gülümsemesi gözlüğüm şairlerden kravatım babamdan kalma bir çocuk değilim adı hayri ne de değilim gözlüklü hamdi yazdığım yalan mıdır nedir ben kendi elemini taşımaya tatyos...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

Gam harmanını yakan ateş.

Kadehdi, kederdi; amma ve lâkin, ne güzel bir yanılgıydı düştüğüm. Gazabından korkulası bir yangın dimağımızı yakarken, gündüz ile gecenin bulandığı yerde konuşuyordu bir adamla bir kadın. Kadının gülüşü değiyordu adamın aklına. Hem yan yana hem yüz bin arşın uzaktaydılar birbirlerine yazardı eğer görseydi onları Evliya Çelebi. Bağın başında kendini bilmez bir Fuzulî, dem ile gamlanıyordu.